27 Aralık 2015 Pazar

Artı yüzkırkdördüncü gün

Olay bugünün olayı değil, ancak haftasonunu toplu geçeceğim senin için, yani sırf senin cici hatrın için. Benim hem küçük hem büyük adımlarım, senin de yolunu aydınlatsın diye, yani sırf ondan işte.

Neyse, lafı gevelemeyelim. Dün benim izin günümdü, bir süredir pek iyi de değilim zaten, dedim Eminönü iyi gelir bana, sattım seni babana, bana müsaade dedim, o da kırmadı beni sağolsun. Hesapta Eminönü'ye gideceğim, o da bana iyi gelecek. Öte beri alacağım, esnafla konuşacağım, belki vapura bineceğim, her şey  on numara olacak. Kolay mı, tam bir yılın hesabını bir günde düzeceğim, her şeyi iyi edecek oralar.

N'oldu sonra, canım şehrimin toplu taşıma aracı Üsküdar'da durdu. Ben de cici bir teyzenin çok cici çorapları çok cici oğluna buradan aldığını hatırladım. Dedim kadın gün bugün, in burada bul tükkanı, al oğluna o çorapları. Çorap dediysek, çarıkmış aslında onlar, bebek çarığı. Hikayenin geri kalan kısmında öğrendim adını. İndim uzatmayalım çarıkları bulmak için. ama anımsamıyorum tükkan adı nedir, nerdedir. Ama öyle bir ruh halimdeyim ki, kaybolmuşum Kurabiye. Neyi aradığımı yani derdimin ne olduğunu tam olarak bilmediğim için, n'apmam gerektiğini de bilmiyorum. Vidi vidi kendimle konuşup duruyorum yol boyu, neyin var senin, ne istiyorsun, n'apmak istiyorsun, nereye varmak istiyorsun deyip duruyorum. Olay Üsküdar'dan falan çoktan çıkmış yani hayat memat meselesine dönmüş. Ama dur sabret, cuk diye bağlayacağım o çarıklara.

İndim Üsküdar'da, dedim git bul şu çorapları, bu eylemin sana da Kurabiye'ye de iyi gelecek, çocuğun ayakları evin içinde pabuç giyip terlemekten kurtulacak, sen de bir işe yaradığını hissedeceksin. Öyle ki tükkanın adını bile hatırlamıyorum, sadece cici teyzenin tonlamasını hatırlıyorum, ki o da su altında "ba li na ca" konuşmaya çalışan balık Nemo'nun -çok tatlı bir çizgi filmdir, büyü birlikte izleyelim yeniden, hem Susam Sokağı yeniden başlıyormuş biliyor musun, bilmiyor musun, bileceksin annecim, öğreteceğim sana, ki zaten Kurabiye Canavarı lakaplı karakterle kuzen bile sayılırsınız, o da parçalayıp atıyor kurabiyeleri, senin havuç ve galetalara yaptığın gibi- sesi gibi duyuyorum onu.

Neyse yine dağıldım her zamanki gibi, ne diyordum indim çoraplar için. Ve yürümeye başladım, düşün kadın dedim, hisset, konsantre ol, duy dedim, bulacaksın biliyorum, dedim. Ve ne oldu biliyor musun Kurabiye, o hiç bilmediğim ve hatta daha önce hiç oralarında gezinmediğim Üsküdar'da, çarıkçı dükkanı hiç ama hiç hatalı yola sapmadan buldum, kocamandı önümde birkaç sağ ve sola döndükten sonra. İçimden bir ses şimdi sola dön ve orada göreceksin demeden birkaç saniye önce. Ve tükkan adını gördüğümde, o su altından boğuk boğuk gelen cici teyze tonlaması düzeliverdi aniden, ahanda bunu diyordu kızcağız bana, dedim

Bu ne mi dedi, gösterdi, öğretti bana, dedi ki annecim; ne aradığını bilmezsen asla bulamazsın, ve aksine ne aradığını bilirsen, gerçekten bilirsen illa ki bulursun onu, görünür apaçık gözünün önüne, dedi. Ve sen abuş kadın, ne aradığını, asıl derdinin ve asıl istediğinin ne olduğunu tam olarak bilemediğin, kendini duyamadığın için bilemiyorsun, göremiyorsun, duyamıyorsun dedi. Kendini dinlemesini bil, dedi. Bil ki o zaman açılacak önünde tüm yollar, çözülecek tüm gizler, dedi. Çorap dedin, al sana çorap dedi. Ya bak çoraptan nerelere geldi, bunlar mı ne, bunlar hep hayat dersi.

Annen, çok renkli senin. henüz yarım yamalak olabilir, ama renkli mi renkli. Sen daha güzel ol benden, daha akıllı, daha kararlı, daha güçlü, daha kalabalık ol.

Öptüm seni çoraplarının ucundan...


20 Aralık 2015 Pazar

Artı yüzotuzyedinci gün

Sen şimdi babanla uyuyorsun içeride. Tadına doyulmayan öğle uykularının birindesin. Bu yazı da sizinle ilgili azıcık...

Sen bize "babba" dedin. Ve hatta baban görüp artırıyor, "kimim ben?" diyor, kocaman gülümseyip cevap veriyorsun, "babba" diyerek. Peki peki ben kimim diyorum, sessizlik. Sen mi, seni kim tanımaz, sen şeysin işte, şey, şey, aman boşver işte.

Seni geceleri üç kere beş kere uyutan ben, yemeğini yediren, tabağını yıkayan, yatağını toplayan ben. Sen sırf sakalı var diye, kocaman omuzları var diye, sen yemek yerken sana "mini mini bir kuş" söylüyor diye, sen de hayretle her defasında sanki adam yepisyeni bir macera anlatıyormuş gibi dinliyorsun diye "babba" diyorsun. O pencereye konan kuşun donduğunu sandığın her an ağzına yumurtalı peynirli pekmezi sokuşturuveren benim halbuki.

Hadi kakanı, çişini de alıyor olabilir bazen, ama gece uyumağında hani sen; "bu çocuğun kesin bir derdi var, normal değil bu, gazı mı var, ağrısı mı var nedir nedir nedirrrr" diye baarıp duran da o adam. Ama sen "babba" diyorsun ona kocaman kocaman gülerek. O geceler, baban dertli dertli uykusuna geri yattığında, üstüne en az üç kere kalkan, seni sallayan, sana ee ee ee ve piş piş pişşş diyen benim halbuki. Ama ben kimim, ben şey...

Şimdi de tutmuş kolkola yatıyorsunuz babba ile Kurabiye. Ben mi ben işte getir götürcüyüm, boşları alıcı, doluları koyucu... Gaz çıkarıcı, alt temizleyici, pış pışcı, yemekçi, ha bi de oyun kurucu...

Öptüm "babba" diyen dudak kenarlarını...




6 Aralık 2015 Pazar

Artı yüzyirmiüçüncü gün

Bugünün en güzel haberi ilk birkaç adımını şöyle adam gibi atman diyebiliriz. Ve her şeyin, aslında her zamanki gibi ne kadar komik veyahut tesadüfi veyahut tam da olması gerektiği gibi ve olması gerektiği zamanda olduğunu söylememiz gerek.

Ortaya minik bir sehpa koyduk dün, çünkü oyuncaklarını birbirinin içine sokabilmek için olmadık yerlere gidiyordun. Ve aslında o minik sehpa, bu eve geldiğimizden beri eski yerinde duruyordu, yani belki çok daha önce de birçok sebeple ortaya çıkabilirdi, ama çıkmadı, sessizce gününü bekledi, senin onun doğru zamanda çağırmanı, bize de demeni belki. Sonra o sehpa senin için koltuktan güvenli bir uzaklıkta durduğu için, merak ve heyecan içinde koltuktan sehpaya, sehpadan koltuğa minik, minicik adımlar atmaya başladın.

Ben mi, ben ağladım evet. Her çocuğun üç aşağı beş yukarı aynı zamanlarda geçirdiği bu evre, belki annelerin birçoğu gibi gafil avladı beni. Bir şeylerin, çok muhteşem bir şeylerin olduğunu seziyordun. Yüzünde o adını koyamadığım ifade değişiklikleri ele veriyordu seni. Ben bir şeyler yapıyorum burada bazen kendi kendime, bir sen de mi baksan bu nedir der gibiydin. Baban birkaç kez daha küçük denemelere şahit olmuş, ben de ayakta durmalara şahit olmuştum. Ama bugün ben bir Neil Armstrong annesi oldum. O mu kim, o da bir annenin evladı işte. Ay'da ilk yürüyen adam olduğu söyleniyor, ki Ruslar buna inanmıyor, ama bence annesine sorsan, salonda nasıl ilk adımını attıysa Ay'da da öyle yürümüştür. Asıl olay, o ilk adımdır, gerisi çorap söküğüdür.

Oğlum bugün yürüdü de geç, değil mi. Olmuyor işte, ben yazınca rahatlıyorum, böyle bir yerlere not düştükçe, kendime, belki sana bir şeyler bıraka bıraka. Yani aslında bilmiyorum ki belki hiç işin olmayacak okumakla yazmakla, belki utanacaksın bu deli saçması yazılardan. Yazmış işte vıdı vıdı diyeceksin. Bir parça kendim için yapıyorum hepsini, en azından orada dürüstüm kendime. Öyle sırf çocuğu için yaşayan, ölen biten biri olmak pek istemiyorum yanlış anlamazsan. Çünkü senin de öyle olmanı istemiyorum şayet çocukların olursa. Senin için, sen istediğin sürece yanında, önünde, arkanda olacağım elimden geldiği kadar. Ama seni boğmamaya ve kendimi de arada kaybetmemeye gayret edeceğim, sana hayran olacağın bir anne bırakmak istiyorum birazcık, bu da mı benim için, bilmiyorum. Çok sev, çok gül, bir de çok gez istiyorum aslında. Piyanodur, tenistir, ana baba fasofisoları onlar. Ama benim de takıntım, çok gezmen, çok sevmen ve çok gülmen olacak korkarım. Çok gezmen için kendi adımlarını atıyorsun artık, sen iyice ayaklanmadan bir yerlere daha gitmeliyiz seninle, diyorum. Sonra korkarım ya da sevinirim ki sen çizeceksin rotalalarımızı. Sonra da kendi rotalarını.

Bugünün bir notu daha olacak, saçma sayılabilecek bir film izledik babanla gece geç saate kadar. Sonunun bir yerleri bir yerlerimden yakaladı beni. Bunu not düşmem gerek dedim. Dokunaklı bir olayın sonunda, dünyada yapayalnız kalmış ve korkudan yüzlerinin rengi şekli değişmiş iki kardeşten abla olan küçük kardeşin elini tuttu sıkıca. Küçük el senin, büyük el benim sandım bir an. Küçüğüm sensin çünkü benim. Ama ben büyüğüm Kurabiye. Ben nasıl desem her zaman, yani her zaman her zaman yanında olamayacağım elini tutmak için. Ve o abla kardeş gibi bir çaresizliğin, ümitsizliğin içinde bulduğunda kendini bir gün-temennim hiç olmaması öyle günlerin tabi- elini tutabileceğin, sıkıca kavrayabileceğin, güven vereceğin ve güven duyacağın bir kardeşin olsun istiyorum. En yalnız hissedilmemesi gereken anlarda, yalnız hissetmemen için. Kendimi siper ederim sandığım yerlerde, zamanlarda bazen var olamayacağımı bildiğim için, ben senden aslında yaşca bayağı büyük olduğum için. Her şey sıralı olursa temennimiz gibi, o eli ben bir gün tutamayacağım için. Bir kardeşin olmasını en çok bunun için istiyorum.

Kardeş kadar sevdiğin dostların olur belki, umarım olur. Ama olmazsa diye ben sana bir kardeş verebilmek istiyorum. Filmdeki gibi donuk gözlerle ve süzülen yaşlarla yanyana otururken, birbirinizin elini tutabilin diye.

Bir de bu gece ilk defa uykunda ağladın ve ben çok korktum, n'olur olmasın bir daha. Ağlayarak uyanmana alışkınım, ama uykunda usul usul, kısık bir sesle, belki kötü bir rüya ile ve sen hala o rüyanın içindeyken ince ince ağlamana alışkın değilim. Memem, sarmam, "yanındayım güzelim" demem yetmeyecek sanıyorum o an, çünkü gözlerini açmıyorsun bile, usul usul ağlıyorsun kucağımda da. Neyse, kimse o an yanına gelen, gitmesi için dua ediyorum. Kendime geçmeyen dualarım sana geçiyor biliyorum, o yüzden sana hep dua ediyorum. Çünkü sen meleksin, çünkü sen emanetsin. Bütün çocuklar gibi.

Öptüm seni ve sevdiğin her şeyi güzelim...


28 Kasım 2015 Cumartesi

Artı yüzonaltıncı gün

Bugün, geçen haftaki operasyon için doktor kontrolün vardı. Sana tam olarak n'apıldığını bugün sorup öğrenebildim. Kasık kistlerin varmış, yukarıda kalan yumurtalıkların, özellikle sol  yumurtalığın açısından sıkıntı yaratan bir durummuş. O beyaz bandajlar altında bu kasık kisti alma işleminin dikişleri varmış.

Kalacak mı o dikişler yani, dedim. Kalacak tabi, bıçak değdi, dedi doktor amca. Ama sonra rahatlattı bizi, sorun olmayacak don içinde kalacak, kızlar onu görene kadar çoktan iş işten geçmiş olacak dedi. Rahatladık biz de. Benimse derdim tüm bu olanı biteni sana olduğu gibi anlatıp anlatmamakla ilgiliydi. Yani hiçbir yara izin kalmayacak olsaydı, sana neyi ne kadar anlatacağımıza ona göre karar verecektik. Seni hafif eksik gedik olarak bu dünyaya getirdiğimizi senden bir şekilde saklamaya çalışacaktık, ama öyle değilmiş işte. İki şık façayla başlıyorsun yolculuğuna. Nazar boncukların ve hatta mümkünse ilk ve son yaraların olsunlar inşallah.

Kızlar yaralayabilir kalbini filan falan belli sınırlar dahilinde. Sınır aşılırsa on kaplan gücünde olabilirim anne olarak, salla gitsin diyebilirim, kadın milleti diyebilirim. Hepsi aynı, diyebilirim. Hep car car ederler diyebilirim. Hiçbir zaman birbirini anlayamaz kadınla erkek, baktın sarmıyor kafanı salla gitsin, diyebilirim. Ki desem de hep sallanmıyor işte, neyse bunlar hep başka derslerin konusu, daha oraya gelmedik biz.

Bugünlük bildiğimiz, operasyonun başarılı geçmiş çok şükür. Bir de iki tane şık yara izin var kasıklarının üzerine, donunun içinde kalacaklar, görenleri aşık edecekler.

Bir de ergen bağırışların başladı, doktora sorduk sünnetle ilgisi var mıdır diye. Yoktur, dedi. Böyle devam etmenden endişe ediyoruz, iki yaş desen diil, huy suy desen diil. başka bişi bu. Sesinin, daha önceden hiç tanımadığın tonlarını deniyor gibisin bazen, ve genellikle aniden. Durup, hususi olarak bağırmak için durup, bağırıp oyuna ya da emeklemeye devam edebiliyorsun. Özetle sen baardıkça bizim ta içimizde bir yerleri titretiyorsun, yapma n'olursun.

Öptük zor daldığın uykunun en güzel köşelerinden. Günü güzelleştiren çocuk, yolun açık, rüyaların renkli, yüzün hep gülücüklü olsun.


23 Kasım 2015 Pazartesi

Artıyüzonbirinci gün

Sayende neredeyse bir yaş daha büyüdük Kurabiye. Sen abi oldun; hem sünnet, hem yumurtalık indirme hem kist alma operasyonlarını iki saat gibi bir sürede geçirerek, bildiğin abi oldun. Sesin kalınlaştı, bağırışların ve alkışların bir değişti, sana bir haller oldu, ayakta duruşun kendinden daha bir emin oldu. Bu travma bizi yaşlandırdığı gibi, sana yakıştı bi şekilde.

Ananen, deden, babaannen, diğer deden ve dayın koştu geldi yanına. Hangi anıları çekip almak istiyorum buraya anımsa diye, emin değilim aslında. Kötü olan ne varsa es geçmek istiyorum bazen. Ama giydiğin ameliyat önlüğünü, kafana geçirdiğimiz galoşu, asansörde damar yoluna akıtılan narkozla kısılan gözlerini, kahkahalarını, bana neler oluyor diye çığlık atmanı, kollarımda giderek halsizleşmeni, sen halsizleştikçe ağırlaşan kollarımı sıkı sıkı tutan babanı, ameliyathane girişindeki basamağı görmeyip yere düşeyazmamı, sana bişi olmasın diye bi şekilde sana yastık olmaya çalışmamı kendim için mi, senin için mi anlatıyorum, bilmiyorum.

Neticede, o ameliyat önlüğünü, etinden et koparan amcanın kopardığı deri parçasını, gördüğünde korkudan bağırdığın sünnet şapkanı ve Maşallah yazını saklıyoruz senin için. Sen artık daha iyisin. Sen iyi olunca biz de daha iyiyiz.

Alt değiştirmeler bir kabusa dönüyordu birkaç gündür, Hayat Abla'ya dedik, sen tek bakamazsın ondan biz de bugün seninleyiz evde dedik. Bizi izle bak iki kişi anca böyle değiştiriyoruz altını, dedik. Hm, dedi, ha dedi. Bir sonrakini kendi başına değiştirdi. Sonra bana geldi usulca, sizi iki kişi çullanınca üzerine, ondan korkuyor birazcık, dedi. Bu defa ben ha, ho demeye başladım. Vecize gibi konuşmuştu kadın yine.

Bunu bir de aylar önce yapmıştı. Sen her ağladığında biz onlarca şey düşünüyorduk. Ben, seni özellikle erken doğurduğum için beni sevmediğini, baban ateşin olduğunu, ananen cinlerin filan seni bastığını, deden hiperaktif olduğunu, babaannen ise anneni istediğini düşünüyordu, düşünüyorduk. Hayat Abla ise "bebektir, ağlar" diyordu. Ho diyordum yine, bebeksin annem be sen. Bebeksin, ağlamak, gülmek hep sana. Her ne kadar beş yerinden seni kesip biçmiş olsalar da, bebeksin sen. Her birimizden daha dayanıklı, daha heyecanlı ve daha neşelisin. "Değme acı komaz bize" halindesin.

Sen minik boylu bir abide gibisin. İnsana gücünü ve yaşama sevincini hatırlatmak için dünyaya gelmiş gibisin. Güzel uyu güzel çocuk, ellerini ellerime vurmaların çok olsun.


16 Kasım 2015 Pazartesi

Artıyüzdördüncü gün

Yaşını devireli yüz gün olmuş bile. Günler, saçlarımın beyazlamasını haklı çıkarır bir hızda ilerliyor demek ki.

Bugünkü yazı birazcık duygulandırabilir beni, o kadar ki, bu yazacaklarımı sabahın köründe işe giderken serviste azıcık düşünüp, daha yazmadan yazmış gibi hissedip, camdan dışarı bakar gibi yapıp kızaran gözlerimi silmiş olabilirim. Şimdi daha iyiyim, akşamın bir vakti olmuş, saçma bir iş gününü daha geride bırakmış, ayakta duruşuna şahit olmuş, kemirdiğin havuç ve ittirmek istediğin filden güç almış ve üzerine de bir pembe, bir beyaz bir de kırmızı şarap kadehi devirmiş haldeyim. Üzerine, dün aldığımız Nutella'nın da dibini kazıdığımı eklersek daha iyi bir ruh halinde olduğumu, en azından daha karışık bir halde olduğumu söyleyebiliriz herhalde.

Cuma günü küçük bir operasyon geçireceksin. Prematüre doğumuna bağlı olarak, inmesi gereken yere ulaşamamış yumurtalıklarını indirecek doktor amca, her şey yolunda giderse sünnet de olacaksın arada. Ananen, deden ve dayın seni ve bizi görmeye, sarmaya geliyorlar. Bu gelişler, bir de senin eve çıkışında olmuştu. Garip şekilde o günleri, zamanları hatırlattı tüm olan bitenler. Sen şu an bu satırları okuyamadığın gibi, birkaç gün içinde olacakları da bilmiyorsun henüz. Bir kere en başında kan alacaklar yine tahlil için, ortalığı yine birbirine katacaksın, görenler şaşacak, içleri ezilecek çığlıklarından. Sonrası, sonrasını pek detaylı düşünmek istemiyorum. Olsun bitsin, sağ salim çık yine buralarda koştur kendine göre, tuhaf seslerle şarkılar mırıldan istiyorum. Her şey şimdiki gibi, yani eskisi gibi olsun istiyorum bir an önce.

Bir bu, bir de TSH değerlerindeki dengesizlik, erken doğumundan sana kalan nazarlıklar. Senin erken doğumun, benim seni erken doğurma suçluluğumla kesişiyor hep. Bu yük bana yeter mi bir ömür boyu, sen, sen hiç suçlamıyorsun beni. Kan aldırdığımız günlerde bile, hemşireye basmışken çığlığı, sen kendini yırtarken kolundan ve kafandan seni o sedyeye yapıştıran ben değilmişim gibi, sen hiç suçlamıyorsun beni. Gitti değil mi o kadın diyorsun ardından bakıp hemşirenin, kovaladık dimi seninle onu, diyorsun. Aynı şey yemek yemediğinde, o yemeği benim üzerime boca ettiğinde ben bir an için sana basbas bağırdığımda, sen dudaklarını büzdürüp içli ağladığında, ben "yok bir şey şaka yaptım" deyip seni öptüğümde hemen gülümsediğinde de oluyor. Sen hiç bilenmiyorsun bana, benden bilmiyorsun hiçbir olan biteni. Ama senin bu yerden bitme yüceliğin, bazen daha çok dokunuyor bana. Ben seni adam gibi tutabilseydim içimde, anne adaylarının çoğu gibi kıçımı kırıp otursaydım, oraya buraya gitmeseydim, evde düzenlenmemiş dolap, atılmamış ıvır vızır bırakmış olsaydım, bunlar belki de gelmeyecekti başına.

İnsanlardan dua dilenmeyecektim yoğun bakım günlerinde olduğu gibi, herkesin duasını bu kadar istemeyecektim. Dua etmek, çaresizlikten mi, korkudan mı yoksa inançtan mı doluyor içimize, bilmiyorum. Ama dua almak istiyorum sana, hayırlısıyla atlat diye hepsini. Benden çok yaşamanı diliyorum, sağlıkla, huzurla ve uzun.

Hayatı güzelleştiren adam, yolun açık, uykuların derin, ayakların hep sen kokulu olsun.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Artıdoksanbeşinci gün

Olanı, olduğu gibi ve olduğu gün yazmayınca, bunun adı "günlük" değil, "anı" oluyor. Bunun gibi daha bir sürü şeyi, eğer sen de merak edersen, elimden geldiğince anlatacağım sana Kurabiye.

Sen neredeyse yürüyorsun, sapından ittirmeli birkaç oyuncağın oldu; yani bir filin, bir helikopterin, bir de firil firil eden tekerleğin var. Bir elinle bizi tutarken, diğeriyle oyuncağını sürüyorsun. Bir kanguruyu gördüğünde-gezmeye gideceğiz anlamına geliyor ve evet baban inanmasa da gezmeye bayılıyorsun sen- odana her girdiğimizde- seni yataktan alacağımızı anlıyorsun- ve bu oyuncakları sürerken gözlerinin için daha bir parlıyor.

Ama ben sana başka bişiler diyecektim aslında. Geçen gün, bahçede, önce salıncaklara, sonra balıklara doğru yürürken, sonra kendimizi çay sohbetindeki teyzelere sevdirmişken- her gören ne güleryüzlü çocuk diyor sana, onlar öyle dedikçe daha çok gülümsüyorsun- dönüşte, öyle kocaman sarıldın ki bana... Konuşmasan da ben bildim ki sen "gel bi sarılyım sana şöyle" dedin. Allah dedim, bu çocuk da beni seviyor, sahiden seviyor. Karşılıklı bir aşkı bulmuş olmanın şaşkınlığında ardımızda kocaman kocaman ışıklar parıldadı, bir ben gördüm. Bildim, dedim, bildim seni.

Gülten Akın diye bir şair kadın var buralarda. Bakalım senin zamanlarında da adı bunca güzel bilinecek mi. Yakın zamanda vefat ettiğini haberlerde duydum. Bir sanatçı vefat ettiğinde, sağda solda bir süre onun şiirleri, yazıları, anıları dolanır. Garip bir ruh hali. Pek sevmiyorum bu halleri nedense, anmak için böyle zamanlar lazımmış gibi, birazcık miş gibi yapılıyormuş gibi geliyor. Diyeceğim ondan, hiç dokunmadı okuduklarım, duyduklarım. Ama bugün, okumaya başladığm bir kitapta, Gülten Akın daha sağ iken, ondan alıntı yapılmış birkaç dize, duygulandırdı beni.

Buradan nerelere bağlayacağım şaşacaksın bak. Gülten Akın'ı çok sevmeme rağmen, ben onun çoktan öldüğünü sanıyordum. Yani istesen de görülemez, görüşelemez, konuşulamaz sanıyordum. Çok sevdiğim şiirleri vardı, kitaplarını alır, sevdiğim mısralarını duvarlarıma yazardım. Bir çay içmeye gitmez miydim bilseydim, "siz kocamansınız biliyor musunuz?" demez miydim, bir sarılmaz mıydım, "sizin için ne yapabilirim?" diye sormaz mıydım. Sonra öldüğünü duyduğumda önce utandım, sonra üzüldüm. Ve bugün, o kitaba iliştirilen şiiri görüp kalakalınca, ananemi hatırladım Kurabiye.

Sen onu hiç görmedin, ama ben onu çok sevdim. Vefatından bir ay önce onu görmeye gittim. Aylardır, yıllardır beni çağırdığı yere onu görmeye gittim. Yüksek lisans tezimi bitirir bitirmez gittim. Bitsin geleceğim söz ananeciğim, demiş idim. Bitti, hemen gittim. İyi ki de gitmişim bak. Ben döndüm ve bir ay sonra ananem bu dünyadan gitti. Bugün o şiire bakarken içimde hissettiğim ezilme, ananemin yokluğunu aniden hatırladığımda hissettiğime benzedi. Bazen diyorum babana, ben çok özledim ananemi, diye. Susuyoruz sonra. Ne denebilir ki bunun üzerine, geri gelmeyeceğini bildiğin şeyleri özlemek ne demek ki. Ama özlemek ciddi bir iş oluyor o zamanlarda. Hani böyle çok istersen, oluvereceğini sandığın cinsten. Hani sen istediğin şey olmayınca ağlayıveriyorsun ya olsun diye, onun gibi. Çok özlersen, görebileceksin sanıyorsun. Rüyalarıma giriyor bazen. Ben hep onun ölü olduğunu biliyorum ve o kendini hep diri sanıyor. Ben hep uzun uzun sarılmak, bakmak istiyorum gözlerim dolarak, o hep yarın yine görüşecekmişiz gibi duruyor.

Onunla daha çok vakit geçirmek isterdim, bir yaz değil her yaz gitmek isterdim yanına, Gülten Akın'ı da daha çok tanımak isterdim. Bunların adına "keşke" diyoruz hayat lugatımızda Kurabiye. Bunlardan az eylemek istiyoruz ömrümüzde. Onun için, yapmak istediğimiz şeyleri ertelemiyoruz, gerçekten istediğimiz ne varsa yüksek sesle annemize söylüyoruz. O da tutuyor elimizden, olur bu iş, diyor.

Kokusuna, öpmesine doyulamayan çocuk, uykuların huzurlu, ayakların sıcak ve yüzün hep gülümsemeli olsun...

"Akşam kuşlarını İstanbul'un
Damlar üzerinden bir kaldırıp
Başka damlara konduruyoruz
Bu camlar yalnızlık camları
Dışardan yukardan gözlerimizle
Bu camlara yağmur yağdırıyoruz"
Gülten Akın


31 Ekim 2015 Cumartesi

Artıseksensekizinci gün

Güzel çocuk, annen ucundan itina ile tuttuğu bir işi hafif savsaklama moduna geçmiş. Halbuki günümün en anlamlı kısmı sensin en az bir yıldır. Ya sana geliş, ya seni uyutuş, ya seni sarış, ya sana salatalık veriş, ya senle geziş. Hal böyleyken bile, yazmaktan uzak kalmış elim. Var kendime göre sebeplerim, ah ben ve devrik cümlelerim.

Sen gittikçe daha tatlı oluyorsun, veyahut tüm yavru sahibi ebeveynler gibi-buna kedi köpek sahipleri de dahil tabi- sen de bize daha güzel görünüyorsun. Havaların serinlemesiyle ilk montunu, tulumunu almış olduk sana. Bunun birkaç iyi yanı var, artık soğuk gezmemize mani değil bu bir, bu durum beni pek memnun ediyor bu iki, eh sen de üşümüyorsun işte bu da üç, kırmızı çok ama çok yakıştı sana bu dört, babaannenin aldığı bere ve filli masal ayakkabılarınla kostümün tamamlanmış oluyor ve ondan sonra her gün sana cadılar bayramı oluyor hadi bu da beş.

Akşam üstü pazarda avazın çıktığı kadar ağlamaya başladın, ki bu krize bir kere de iki yaşına giren bir abinin doğumgününde çocuklar çılgınlar gibi eğlenirken girmiştin. Şüpheleniyorduk ama artık eminiz, gürültü sevmiyorsun. Belki demiş olabilirim ama senin doğumgünlerini gün batımına karşı rakıyla karşılamaya karar verdik. Baban seni maça götürmeyi hayal ediyordu, onu da terasta bir akşam yemeği ile yer değiştiriverdik.

Gezmek seven ama gürültü sevmeyen ve obur oğlum, seni tezgahın birinden aşırdığımız minik bir dolmalık biberle susturabildik. Biberi elimde iyice ovuşturdum, hiçbir anne örnek almasın, tabi kınamasın da beni ama; o an en iyi yol bu gibi geldi gözüme, veriverdim eline yeşil biberi. Sen de hayatında ilk kez gördüğün dolmalık bibere- evet canım, baban yemek seçtiği için, ben ne kadar sevsemde bu evde biber dolması pişmiyor, anca babaannen bir de her geldiğinde ananen yapıyorlar sağolsunlar- birkaç saniye bakıp, kendisini daha yakından tanımak için ağzına götürdün, nereden parçalarsan içini görebileceğini çabuk keşfettin. Tüm yol oyalandın o mucize biberle, o kadar ki tam bir liralık biber aldım bize, satıcı amcalara da durumu izah etmek zorunda hissettim kendimi. Bebek çok seviyor da ondan alıyorum diye- on taneden yemek mi olur, napıcan bu kadarcık biberi demesinler diye, ah ben ve şu anlamsız hassas, ya da kendini hassas sanan yanlarım.

Sana bebek diyorum ara ara, ama bana hiç bebekmişsin gibi gelmiyor. Bugün yine bir fotoğrafına bakarken aynı şeyi söyledim kendime. sen başka bir gezegenden bizim eve gelmiş konmuş bişiysin gibi geliyor bana daha ziyade. Konuşma konusunda ise kendine göre kuralların var, bir de yürüme konusunda. Yürümemen, konuşmaman ve kendi kendine uyuyamaman ve kakanı beze yapman seni bebek yapmaz gibi geliyor yani. Sen bir insansın, hepimiz gibi. Hassasiyetlerin, korkuların, arzuların, heyecanların, sevinçlerin var, parlak gözbebeklerin, tatlı yanakların, tombik ellerin ve her daim gülen bir yüzün var bir de. Yani hepimizden daha bile güzelsin birçok açıdan. Sana "bebek" demek, anca seni tanımayan amcalara, teyzelere, senin için birazcık imtiyaz istemeye yarar sadece. Sana sütün tazesini, elmanın güzelini ve ıspanağın dirisini versinler diye.

Bugün seni ve beni tanıyan bir ablayla tanıştım. Bizi okuyor olabilir hatta. Hayranmış sana, sana Kurabiye dedikçe birileri, aynı hikayeye inanıyoruz ne güzel, diyorum. Aynı oturma odasında oturup birlikte çay içiyormuşuz gibi, Kurabiye n'apıyor sorusunu soran tüm ablalar, teyzeler çok mutlandırıyor sanırım beni. Tıpkı bizi okudukça gözlerinin dolduğunu söyleyen bazı anneler gibi. O zaman yazı güzel, yazı şaşırtıcı, yazı büyülü, o zaman adam gibi yazmam gerek yaptığın her şeyi, sana olanı biteni.

Bugünün bir diğer yeniliği, dolmalık biberin yanısıra, annenin elinden şalgam suyu ve sumak ile tanışman oldu. Yalnız şalgam acılıymış, meraklı gözlerle içsen de birkaç kaşık, bir yerlerin birazcık yanmış olmalı ki bağırıbağırıverdin içerken, bana bişiler oluyor ama içesim de geliyor, dedin. Kendi kendine yine bir hayat dersi aldın o an. Sana iyi gelen her şey, bir yerde biraz canını yakacak, hem de hemen her zaman annecim. Hep denemek isteyeceksin, hep gitmek isteyeceksin, umarım da deneyeceksin ve gitme cesareti göstereceksin, ama hep birazcık acı da olacak işin içinde. Güzelliği anı ve kenar süsü biriktirmekte olacak bu işin. Tıpkı bugünkü gibi, acılı şalgamı içişindeki hallerinin bende ilmek ilmek işlenmesi gibi.

Öptük seni ayak uçlarından...

22 Ekim 2015 Perşembe

Artısekseninci gün

Düzenli yazma dürtümü kaybetmiş gibiyim. Belki de gecede üç saat gördüğümdendir seni. Bazen bensiz, öyle kendi halinde büyüyormuşsun gibi geliyor. Çalışan anne tripleri mi acaba bunlar. Neyse biz yine de tarihe not düşelim.

Şu aralar, itmeli fil arabanı sürebilmek için pıtır pıtır yürümeye çalışıyorsun. Bugün beni fil arabayı iterek karşıladın. Ayakkabıların nerde, deyince eğilip gösteriyorsun filli ayakkabılarını sonra. Domatesi ve salata suyunu çok seviyorsun. Üzümleri mıncıklayıp atmayı, salatalıkların hepsini bir kerede ağzına sokmayı seviyorsun. Ben sana usulca "aaaaaa" dersem sen var gücünle bağırman yani çığlık atman gerektiğini biliyorsun, ve senle ben böylece çok eğleniyoruz.

Sonra, memelerimle artık pek ilgilenmiyorsun. Başka kadınların zamanı mı geldi, senin için biçim mi değiştiriyorum bilmiyorum. Ama sana süt çıkarmadığında, sen onları haşırt diye ağzına almadıkça hafif bir işlev eksikliği hissetmiyor değilim. Alışırım herhalde. Gece yarıları gözün kapalıyken emiyorsun beni, ama öyle böyle değil, çekiştire çekiştire, yani orada bir insan evladı, ve hatta annen varmış gibi değil de hırsla bişiyi kopartmak için çekiyormuşsun gibi. Sonunda da pat diye bırakıyorsun beni, senle işim bitti çekilebilirsin, der gibi. İyi peki, diyorum ne diyeceğim. Öyle garip bir ilişki.

Herhangi bir yerde henüz değinmedim sanırım ama küçük bir operasyon geçireceksin yakında, onun için iğne olmaya başladın. İğneci teyzeyi artık gayet iyi tanıyorsun, teyzecik kapıda belirdiğinde, Karadeniz'de fırtına kopuyor, yüzünden anlayabiliyoruz. Aslında güleç, tatlı bir teyze, ama sanırım sen onu hiç öyle göremeyeceksin.

Hatta o teyzenin senin ve benim için bir önemi daha var. Sen henüz karnımdayken, ancak seni orada tutmaya devam edebilip edemeyeceğim belli değilken, kanamalarım dursun sen de içeride takıl diye dualarla bana da iğne yapıyordu o teyze.

Öptük seni sağa sola döne döne daldığın uykuların en tatlı, en kuytu yerlerinden...

17 Ekim 2015 Cumartesi

Artıyetmişbeşinci gün

Arada derede irili ufaklı onca şey oldu, ama bana kalsın birazı da değil mi. Günlük sana, yazan el, düşünen akıl bana, değil mi. Dur orada bakalım o zaman...

Sen çok tatlı bir bebek oluyorsun gün geçtikçe. Aşk meşk diyordu bazı anneler, kasıtları bu mu bilmiyorum. Sana baktıkça bakasım geliyor bazen misal. Saçına, kaşına, gözüne, gülüşüne, dudağının kenarına, dişlerine, ellerine, zıplamalarına bakıyorum, bakıyorum. Sarıyorum, sarıyorum. Kokluyorum, burnumu oranda buranda gezdiriyorum. Bazen gizli gizli, bazen açık seçik yapıyorum bunları da.  Hormonlarıma falan filan bişiler yaptığın kesin. Kimse görmese de bişiler oluyor bir anda gibi geliyor.

Ne şanslıyım onunla yattığım için şurada, diyorum. Bu gece de dedim, elini kolunu, burnunu, göz kapağını yanağını okşarken dedim. Ve hatta şu cümleyi hayal etim, bir popon avucumda diğer elim koltuk altının sıcağında olduğu için, henüz sen bunlardan sıkılmadığın, of yeter demediğin için ne mutlu, dedim. Günün, olan biten her şeyin güzelliğine ve çirkinliğine rağmen en güzel yanı, şimdi burada, yanında olmak dedim. Seni uykuya emanet ederken, her yerini minik minik okşayıp sıvazlarken, sen sağa sola dönüp, biraz da buralarımı ov derken, boynumu koklamak için yüzünü oraya gömerken, ne mutlu dedim.

İyi geceler gün kurusu, gece ışığı.

Bugün sana bir doktor amca daha, mucizenin kendisi, dedi. Ve ben yine hatırladım olanı biteni. Ömrün boyunca, omuzların her düşer gibi yaptığında, inancın her tökezlediğinde taşa toprağa, kendi öykünü hatırla. Bu günlük olursa bir yerlerde, seç bir sayfa ilk yüzgününden olsun mümkünse, oku ve anımsa. Mucizelere inanmak istiyorsan, dön oğluna bak demişti çok cici bir teyze bana. Haklıydı, kaç kilo doğmuştu sorusuna gülümsememi sağlayan dokuzyüzaltmışgramlık mucizem benim.

Yolun uzun, aydınlık, neşeli, güzel insanlarla dolu ve rengarenk olsun.

Annen

12 Ekim 2015 Pazartesi

Artıyetmişinci gün

Aslında başka şeyler diyecektim sana. Bir yaşının sana kattığı güzelliklerden, özelliklerden bahsedecektim.

Ama çok acı günlerden geçiyor buralar. Birçok eve, aileye ölüm çok eş zamanlı düşüyor. Sana ne çıkarabilirirm bundan, neyi öğrenmeni, neyi bilmeni isteyebilirim bilmiyorum. Ama doğduğun topraklar, çok acı zamanlarla imtihan ediliyor. Ağzını açanı susturuyorlar gibi bir şey oluyor. Halbuki ben de isterdim seninle meydanlarda olmak. Seni omuzlarımda yükseltirken, inandığım bir şeyler için neşeyle, coşkuyla bağırmak isterdim. Peki bensiz hiç oldun mu oralarda, diyebilirsin. Aslında hayır, ama inanmadığımdan değil, korktuğumdan olmadım. Bugün bahsettim bir arkadaşa, ben hiç 1 Mayıs'ta yürümedim, dedim. Halbuki tüm kalbimle inanıyorum davalarına, davama. Ama yürümedim, çünkü korktum. Bugünlerdeki gibi bir felaketi hayal bile edemezdim tabi ama çok daha azından bile korktum. Coptan korktum, darptan korktum, gazdan korktum, gözaltından korktum. Hakaretten korktum, kopup kafama gelecek taştan korktum. Korktum ve gidemedim.

Seni alıp kaçmak mı lazım buralardan. Ama birileri "İnadına" diyor, o zaman daha bir utanıyorum kaçmak isteyen yanlarımdan. Dokuz yaşında çocuklar ölüyor burada babalarının ellerini tutarken meydanda. Bu baba bu kadar manyak olamaz değil mi, ölümün ö'sünün ucunun geleceğini bilse, sezse, oralarda oncacık çocukla olmaz, değil mi. Belki annesi yoktur diyorum, çocuğu bırakacak yeri yurdu yoktur, diyorum. Yine de ölür mü dokuz yaşında çocuklar, ölmez annem. Ölmemesi gerekir. Doğduğun yerler sana daha güzel günler bırakmalı, bugün sana sordum, kime oy vereceksin oğlum, dedim. Şimdilik oyun salatalıktan yana, biliyorum. Güzel olsun her şey sizler için bundan sonra. Seni uykuya bırakırkenki dualarımda dediğim gibi, huzurlu bir ömrün olsun, iyi insanlarla karşılaşsın yolun, için aydınlansın, kuşların hiç susmasın.

Bir yaşına gelirsek şimdi, eve çıkalı bir yıl oldu güzel çocuk. Bugünlerini hatırlaman için seni sana anlatmam gerek birazcık. Sen sihirli ayakkabılarıyla, kapı önünde kimi görürsen onun peşinden patır patır giden bir masalsın şu günlerde. Sana kim gülümsese ona doğru yürüyorsun, ben de eşlik ediyorum sana. Onlar adam ve kadın adımlarıyla hızlı hızlı evlerine giriyorlar, biz seninle masal adımlarıyla peşleri sıra gidiyoruz, apartman kapısına biz vardığımızda onlar çoktan gitmiş oluyor. Düştüğün boşluğu hayal etmeye çalışıyorum o anda, duraklıyorsun, yanındayım diyorum o zaman sana. Hop yeniden başlıyoruz birlikte. Bir başkasını görüyoruz, bu sefer de onu takip ediyoruz neşe içinde, hem daha şanslıyız, asansörleri gelmemiş, apartman girişinde görüyoruz yeniden onları. Neşe içinde cama vuruyoruz, onlar da gülüyor bize.

Anlıyorum ki insanları, muhabbeti seviyorsun. İçim ısınıyor, her gülümseyene gitmek, yanında olmak isteyen yanlarını alıp içime katmak istiyorum. Sonra birlikte bekçiyi, bahçıvanı, ablayı, babasını, bir başka ablayı ve annesini takip ediyoruz evlerine kadar.

Sonra sarışın güzellik Deren'le tanışıyoruz. O yedi aylık bir çıtır, tam bize göre. Sapsarı saçları ve tombik yanaklarıyla, saçlarını karıştırmak için çıldırıyor parmak uçların, görebiliyorum. İki kangruda karşılaşıyorsunuz, bakışma birkaç dakika sürüyor. Anneler olarak biz tanışmıyoruz ama sizi tanıştırıyoruz. Bu bayıldığımız "biz"li konuşma sürüp gidiyor. "Adınız ne bakalım sizin?" "Kurabiyeyiz biz, ya siz kimsiniz?" "Deren'iz" "Oh ne ala". Aşk aşağı yukarı böyle bişi işte annecim. O avuçlarını kaşındıran saç karıştırma arzusu gibi bişi, ya da göz bebeklerini büyüten tombik yanaklar gibi. Ya da kanguruda tepinmene, ona doğru yönelmene yol açan kimya değişikliği gibi. Oldukça geçici ama yine de güzel bir duygu.

Sen henüz bir yaşındasın. masal pabuçlarınla, ellerimi tutarak yürüyebiliyorsun, Altıya yakın dişin var, salatalık ve domatese hastasın. Kokumu ve zıplatılmayı seviyorsun. Legoları birbirinden ayırabiliyorsun, alkış, merhaba ve bazen de baş baş yapabiliyorsun. Çok güzelsin bir de, saçına, kaşına, gözüne baktıkça bakası geliyor insanın. Ömür uzatan cinstensin. Duvara, damacanaya tutunup yükselebiliyorsun bir de. Masaj yapılmasını, ninni söylenmesini ve kocaman burunlu filin hikayesini dinlemeyi seviyorsun. Ve ben de seni seviyorum.


28 Eylül 2015 Pazartesi

Artıellialtıncı gün

Uzun bir süre yazamamışım, kendimce vardır türlü sebeplerim. İş güçtür, hayat koşturmacasıdır, araya giren tatillerdir, yollardır, odur budur, şudur. Peki her şeyin sonunda bugün yazdıran nedir, hah işte ona geleceğim.

Çok garip bir gün yaşattın dün bize, ya da bana. Ama baban da kendine göre garip geçirmiş. Öğle yemeği niyetine henüz soğumamış bira içip, iki paket cips yediğim ender pazarlardan biri oldu diyebilirim herhalde.

Özetle huysuzdun, tatil dönüşü, anane dede dönüşü, dördüncü uçak dönüşü olmasının bunda etkisi olabilir. Kabahatin, eşekliğin büyüğü, babanın sık sık dile getirdiği gibi, bende olabilir. Belki de tüm hata bendedir, Allah baba bunu görüp duruma uygun şekilde müdahale edecektir, olabilir.

Sonra bugün ablalar öğlen de beni içmeye götürdüler. Niye sana içki muhabbeti yapıyorum, el kadar bebek yüzünden, hadi vesilesiyle diyelim, bir anne olarak, annemin deyimiyle evli barklı bir kadın olarak içmem tuhaf geliyor. Ki ananene daha bir sürü şey tuhaf geliyor benimle ilgili. Ona da ayrı bozuldum, okusa o da bozulur şimdi, ama bazen hepimizin sırayla bozulma hakkı var, değil mi. Bu günlük de her ne kadar senin için tutulsa da, ben tuttuğum için, benim keyfime göre ilerleme hakkı var gibi.

Böyle konuşunca da, narsist olduğunu nihayet kabul eden bir arkadaşın bazen bahsettiği annesi gibi, biraz acımasız, belki biraz bencil de bulduğum oluyor kendimi. Bu sıfatlar dışarıdan ne kadar olumsuz görünse de, bazen şıp diye oturuyor insanın üzerine, garip.

Bu laf salataları neden, bağlıyorum artık. El kadar boyunla, eve ilk geldiğin aylarda yaptığın gibi tüm yaşama sevincimi, damarımdan kan çekilir gibi çektin, neden nasıl bilmiyorum. Hava zaten kötüydü, içimde tüm yollar koca bir çukura çıktı bir saatten sonra.

Gün geçti gitti yuvarlandı bir şekilde. Akşam yatağa yatırdım seni, seninle napacağımı, seninle naptığımı bilmez halde. Ve aylardır demediğim bir şeyi yeniden dedim sana, saçlarını okşarken. "Bana yardım et" dedim, ve sen sakinledin, duruldun, nefesin yavaşladı, hırçınlığın geçti ve uykuya daldın. Seninle ilgili unutamayacağım onca andan biriydi bu da. Bana yardım et, demesini unuttuğum için çirkinleşmiş, canavarlaşmıştım, yemediğin yumurtayı her yanına sürmüş, tükürdüğün elmayı yerlere ve üzerine dökmüştüm. Babana sayarken seni hırpalamıştım çekiştirip. Bez bebekmişsin gibi, insan değilmişsin gibi, her şeyden ama her şeyden çok sevilmeye ve sarılmaya ihtiyacın yokmuş gibi. Bir sarsam her şey geçmeyecekmiş gibi.

Ve sen, ben sana "bana yardım et" demesini bildiğim anda çözüldün, döktün sırlarını. Seni seviyorum Kurabiye, sokak ortası kafanın ucunu öperken sık sık dediğim gibi, seni seviyorum.

Her annenin her çocuğunu sevdiği gibi, başka kimseyi ve hiçbir şeyi öyle sevmeyecekmiş gibi. Göğsümde kokumla rüyaya dalan küçük adam, seni seviyorum.

Ömrün boyunca yardım et bana, elimden tut, yüzüme gül, tenimi kokla.

Anne olmasını öğret bana.

Öptüm seni rüya yanaklarından.

6 Eylül 2015 Pazar

Artıotuzdördüncü gün

Bugün Kurabiye Galata gördü, vapur gördü, metro gördü. Öğle uykusundan uyanmasıyla bızıklaması bir oldu, onu kangruyu görerek gülümsemesi takip etti ve tüm gezi boyunca tebessümü devam etti.

Alman bir abiyle Japon arkadaşının bir Mevlana şiirinin Farsça'sından bestelediği şarkıyı dinledi sonra. Müzikli bir söyleşiye çocuklu bir kadın olarak katıldım ben de tatlı bir abinle.

Abiyle seni uçurduk Galata kulesi altında, büyüdüğünde göstereceğiz, diyeceğiz ki sen Hezarfen'in üçüncü göbek torunusun, ahanda bu da ispatı.

Vapura yakışan çocuk, öptüm seni ikinci banyolu yanaklarından, banyo seven ayak uçlarından.

Ve biliyoruz ki, Kurabiye'nin "ko co mon ağ zıı var mışşşş"... Ne mi oldu, baban anladı.


5 Eylül 2015 Cumartesi

Artıotuzüçüncü gün

Bugün çok güzel kahvaltı ettik. Güzelleştikçe uzayan, uzadıkça güzelleşen cinsinden hani. Kısalı uzunlu hayatının en çok domatesini yedin sen de bugün, ki bu da üç ya da dört cherry domates'e denk geliyor sanırım. Arada kaydır diye verdiğim ekmekleri tüpürüp, o sulu ve kırmızı olandan ver sadece, dedin gibi geldi. Geri aldım ekmekleri ağzından, eşek kafalı kadın, dedim.

Dans ettik sonra içeride. Mavili elbiseleriyle iki minik kız çocuğu eşlik etti bize. Onlar bize eşlik etti demek doğru olmayabilir, ben onları hafif kudurtmuş olabilirim, onlar da zıvanadan çıkmaya hazır olmuş olabilirler, ortaya koydukları figürleri üç yaşındaki çok az ikiz kız çocuğu yapabiliyor olabilir. Ve hatta kardeşlerinin birinin kolunda, bu kadar hareketliliğine paralel olarak iki uzun kesik izi ve tam bir sıra diş izi görmüş olmamız normal olabilir. Kardeşin mi yaptı bunu, dediğimde ne evet ne hayır anlamında başını sağa sola-Indian head shake konusunu baban sana bir ara anlatsın sen sor- sallamış olabilir.

Sen mi, sen çok sevdin danslarını da, bizim onlarla dans etmemizi de.  Ekibe katılsın diye anası babası tarafından zorla ittirilen oğlan çocuğunu ise aramıza katmayı başaramadık, o çocuk şundan mühim, tüm bu dansın sonunda, onun anası geldi yanıma; "ay ne tatlı ayaklar bunlar!" dedi senin ayakları sevip. "Sonra böyle oluyor işte..." dedi sonra kendi hafif büyük oğlunu gösterip. Gülümsedim, "kız çocuk lazım ondan, dimi" dedim kızları gösterip. Yine gülümsedi, "sizin gözünüz korkmadı galiba şimdiye kadar" dedi. Nefes nefese olduğumdan tam anlayamamıştım, "ha onlardan mı, evet ya, üç yaşına gelince vermek gerek diyorum ondan" dedim, yine gülümsediler. Sonra kızların babası geldi içeriye, bize baktı, sonra garson ablaya döndü "benim kızların hepsi manyak" dedi. Bir kızı daha vardı evet, demek ki o da hafif değişikmiş Kurabiye. Sonra ben çok yoruldum yaşım ve beyaz saçlarım itibariyle tabi, kızlar ben yoruldum oturmam lazım, siz de gidin babanızla oturun, dedim, dağıldık. Halimi gören babası "yoruldunuz değil mi" dedi gülerek. Hı hı dedim.

Sizlerin içinizde uyudukça jarj olan bir pil olduğunu düşünüyorum. Seni zaman zaman "Energizer" diye sevmem de bu sığ dünya görüşüm sebebiyle. Senin energizerlığın henüz tahammül edilebilir, yönetilebilir, zaptedilebilir seviyede. Yürümüyorsun etmiyorsun, bir iki döndürsem dünyalar senin, heybeye koysam koala oluyorsun, çok bızıklarsan meme veriveriyorum. Hayat bana güzel yani anlayacağın.

Misal bugün tahlil sonuçların iyi çıktı, şarap içtik serefine. Ondan önce de kilo almıştın güzel, kutlamak için kocaman tatlılar yemiştik sen bakarken. Kiloları sen aldın, keyfini sürmek bize düştü. Bunlar olur, hep olur Kurabiye. Anneler babalar bilirler, Kurabiyeler uslu uslu otururlar.

Öptük seni yorgun düşmüş yanaklarından...

4 Eylül 2015 Cuma

Artıotuzikinci gün

Ara birazcık açılmış yine. Çok yoruluyorum gibi geliyor Kurabiye. Annelik mi yoruyor, bu şehir mi, bilmiyorum. Ankara'ya gidip geldim aynı gün içinde iş için, o biraz sarstı sanırım. Sen beşe çeyrek kala uyandın misal sabahında, seni emzirip, uyutup, öpüp koklayıp yollara düştüm, ondan oldu birazcık belki.

Sen büyüdükçe daha komik, daha bal oluyorsun. Kendini görebilsen adamakıllı, bence sen de çok severdin. Yattığın yerde kızarsan şayet, poponu ve belini yerden kaldırarak tepki gösteriyorsun. Bir de oturduğun yerde şimdi çıkardığın sesleri yazıya dökemeyeceğim sesler çıkartıp atı atı veriyorsun kendini. Kapılıp ben de yapıyorum aynısını, çok hoşuna gidiyor, devam ediyorsun.

Bir de keyfin gelirse yaptığın "alkış" var, aptala çeviriyor bizi. Ana, anlıyor bizi bu, diyoruz. Anlaman mucizeymiş gibi, zaten ben senin bebek olduğuna ikna olamıyorum. Bu, konuşmama yemini etmiş bir keşiş diyorum, yerin altında da bacaklarının uzantıları var diyorum, diyorum da diyorum. Konuşmaman ama anlaşmamız, yani senin konuşmaya aslında hiç ihtiyaç duymuyor olman beni çok etkiliyor bazen. Bir film izlemiştik çocukken ailecek. Bir köpekle bir çocuğun dostluğunu anlatıyordu. Köpek konuşmuyordu haliyle, o korkunç iç ses zorlamalarından da eklememişlerdi hayvana. Hayvan, bildiğin hayvan idi. Ama anlaşıyorlardı çocukla, o üzülünce üzülüyor, sevinince keyifleniyordu köpek. O hesap gibi bizimki de, ben gayri ihtiyari ikimiz için de konuşuyorum gibi. Ne gerek varmış gibi, ama konuşmadan duramıyormuşum gibi, falan filan.

Bakalım başka neler oldu, bahsetmek istemediğim acı bir olay oldu aslında. Kırmızı kıyafetli minik bir çocuk kıyıya vurdu bir yerlerde, hepimizin içi sızladı. Yok yazamayacağım aklımdan geçenleri buraya. Ama çok acı şeyler oluyor çok yakınlarımızda bizim. Buralar sana göre mi, emin olamıyorum çoğu zaman. Ya bir sahil kasabası, ya bir ormanda büyümelisin gibi geliyor. Ben teknolojiden anlamıyorum hiç, hani çok lazımsa baban öğretir sana, ben masal anlatsam, börtü böcek toplasak, yatsak yuvarlansak, koşsak takılsak olmaz mı, olur bence.

Öptüm seni şimdilik banyolu yanaklarından uzun saçlı çocuk...

30 Ağustos 2015 Pazar

Artıyirmisekizinci gün

Aslında dün yazacaktım, ne çok aslında diyorum sana. Al sana yine devrik. Kafa bile yordum bunun üzerine ben, bir deli bir kuyuya taş attı, ben oturdum baktım ardından, neden neden, dedim. Şöyle karar verdim, tam olarak neyi nasıl diyeceğimi, ne dersem ne olacağını, daha cümleye başlamadan, ağzımı açmadan kestiremiyorum. İşyerinde çok sık tecrübe ettiğimiz ve hastası olduğum "kervan yolda düzülür" tabirinin kelimelere dökülmüş hali, benim devrik cümlelerim oluyor. Bak cümle devrik olmadığı zaman, bu kadar uzun oluyor, ne gerek var. Varsın devrilsin be Kurabiye.

Konumuza dönelim, aslında dün yazacaktım. Çünkü dün çok güzel, çok özel bir gündü. Bugün de çok güzel oldu üstüne, ama yine de dünden başlayacağım.

Dün bizim evlilik yıldönümümüzdü Kurabiye. Sen bu eve hancı olmadan önce geçen dokuz yılın kapanışıydı, güzel tesadüfler çok güzel bir güne yol verdiler üçümüz için. Evlendiğimiz otelde kaldık bir kere, ki ben çok seviyorum orayı. ilk gördüğümden beri hastasıyım da denebilir. Ve bize, evlendiğimizde kaldığımız odayı vermişler; minik bir farkla, içeride mini mini bir bebek yatağı var bu defa. Onlarca şey düşündüm odaya girince, aynılığını farkedince. Babanın, şaraptan sağlam bir yudum alıp "Allah utandırmasın" diyerek alnımdan öpüp, elimi sıkı sıkı tutup bizi salona indirişi var o geceden mesela.

Düğünün olduğu salona indik sonra sabah, sen uyuyordun, dürtmek istedim, yapamadım. Bir daha gideceğiz mecburen. Gözlerim doldu salonda, kadın işte, ağlasın dursun. Aslında çok mütevazı bir otelde, küçük bile sayılabilecek bir salonda olan biten her şey bana on numara görünmüştü o gece. Orası kocaman, o düğün de her düğünden daha güzel gibi, pasta niyetine gelen dondurmalı helva her şeyden daha tatlı gibi. Ben en güzel gelin, baban en güzel damat, dayın en tatlı dayı gibi. Tüm makyajım "evet" derken akmamış gibi, "hayatta akmaz" dedikleri rimel gözümün içine girmemiş gibi. Düğünün çok güzel olduğunu, konukların hiçbirinin kapanışa kadar, biz onlara "hadi artık" diyene kadar gitmemesinden biliyorum. Oradan rahatlayabiliriz.

Halbuki neler oldu sonraki dokuz yılda dedim kendi kendime, ne kavgalar ettik durduk babanla. Ben birazcık hırçınım, o da hafif inatçı. Ama sen bu minimini huylarımızı alma emi tatlım. Ölümler oldu sonra, terasta otuturken geldi gözümün önüne. Terasta kol kola çektirdiğimiz foturaflar. Gelin halimi gören ama anne halimi göremeyen ananem, babaannem, dedem geldi aklıma.

Neyse Kurabiye, ben böyle duygusal şeyler düşünürken, sen hep uyuyordun işte annem. Neden mi, gece yine uyumadın çünkü, yer yadırgadın, bize de yadırgattın gül gibi gelin damat odamızı. Neyse, yazdık deftere, alacaklıyız senden.

Ertesi gün çok güzel gezdik, Eminönü gördük, Sultanahmet gördük, Köprü altında bira içtik, köprüyü geçtik senlen, Karaköy gördük. Her yerlerde gezdik, dolandık. Bizim pestilimiz çıktı, sen "yine yapalım, yine yapalım" deyip duruyordun. Senin şu henüz yürümemen, tahtında gidip gelmen, yorulmana mani, malesef anlamam zaman aldı benim. Bir de cici bohça aldım sana, tam falcı bacı oluyorum bohçama seni taktığımda. Kah bohçada, kah arabanda, kah vapur koltuğunda, kah baba kucağında, takıldın da takıldın Kurabiye. Eminönü'yü ben çok seviyorum, sanırım sen de çok sevdin. E baban da sevecek artık n'apsın.

Bir de sakızcı amca var bilmen gereken, arkadaşlarının kırkbeş kağıda sattığı arap bacı sakızlarını onsekiz paraya satan. O amcayı iyi belleyip, her bayram gitmen lazım senin. Biz elden ayaktan kesilirsek, tüm sakızlarımızı, çikolatalarımızı oradan almalısın bize.

Öptüm seni çığlık atan minik boynundan...


27 Ağustos 2015 Perşembe

Artıyirmibeşinci gün

Düne not düşmem gerek, aslında foturaf çekip onu koymalıydım ki, anlamı olsun. Dün akşam birlikte parka gittik. Akşamüstü çorbası içtin, beni çok sevindirdin.

Ama asıl mevzu ya da foturafa konu olay, bu değil takdir edersin ki. Yemek senin elinin kiri, her gün kaç kere yaptığın şey. Tabi elimden akşam üstü çorbası içtiğinde, yandan geçen kızlara ağzının suyu akarak bakarken, aynı zaman büyük açıp "versene şu çorbayı" dediğin için, ekstra mutluyum, ayrı.

Mevzumuz şu, dün seninle dönme dolapçı amcayı gördük. 2 Lira'ya dönme dolaba bindiriyordu çocukları, akşam pazarı deyip 1 Lira'ya indirdi. Gezici bir dönme dolap bu, iyi bak, dedim sana. Bu amca az biraz daha sağ olursa, birazcık daha büyüdüğünde ve buralarda olduğumuzda seni de bindiririz inşallah, dedim.

Tonton bir amca ve hayatında belki ilk ve ne yazık ki son kez taşınabilen dönmedolap gören çocuklar ne kadar şanslı ve özel olduklarını biliyorlar mı acaba, diye düşündüm. Çocuklar bindikten sonra, tonton amca ortadaki kolu çeviriyor ve dönme dolap dönüyor.

Park ortamı çok güzel Kurabiye. Çocuklar ve çocuk anne babaları birbirlerini tanıyor, birbirlerine selam ediyor. Artık seninle günün son yemeği parkta yiyebiliriz gibi geldi bana, ne dersin?

Öptüm seni şimdilik. Ne anladın bu yazıdan, bir dönme dolap var benden içeri, onu bildin. Tonton bir amcanın 1 liraya bindirdiği, ortadaki kolu fır fır çevirip çocukları döndürdüğü ve akşamları çekip evine götürdüğü bir dönme dolap.

Yazı neden diğerlerine göre çok daha renksiz, çünkü işyerinde yazıyorum kimse duymasın. Buranın halleri; anneni çiçekli pantolon, askılı bluz, kakanı elle kontrol edip, yutamadığın lokmanı bir hamle ağzından çekip alıp, senin yerine yutan halden birazcık farklı yapıyor. Buralar beni ağır abla biliyor, ve hatta senden önce çok asık suratlı biliyorlarmış, ama sen çok değiştirmişsin beni. Bunu ayrıca konuşuruz.

Yedim yuttum seni şimdi uzaktan...



22 Ağustos 2015 Cumartesi

Artıyirminci gün

Bugün parka indik seninle. Seni beğenen abiler oldu, sen ne tatlı şeysin, dediler. Ellerindeki aletlerle senin foturaflarını çektiler. Halbuki ben de aylardır ve hatta iki yıldır elime almadığım makinemi almıştım. Seni çekecektim boy boy. Ama benim makinemin mevsimi geçmiş bile Kurabiye. Işığı ayarlasam, saniyeyi ayarlayamadım.

Çocuk kadar hareketli bir şeyi, manual ayarlı makine kadar hassas ve bi yerde yanlış şeyle çekmeye kalkmamak gerekiyormuş. Geldi o kendine abi dediğimiz velet, ay sen ne şekersin du bir çekeyim seni, dedi. Açtı ipad'ini, çot çot çekti seni ben netliktir, ışıktır, saniyedir derken. Dur bir de selfie yapalım birlikte, dedi, ikinizi çekti sana da gösterip koca ekranda... Ben göstersem ne göstercem el kadar makinede, sense koca kafanı gördün ipadde.

Hey gidi Kurabiye annesi seni, dedim. Zamanında bu makineyi alırken de, eski manual makinenden ayrılamamış, filmdir banyodur tutturmuştun, dedim. Şimdi de senin bu yarı profesyonel yandan çarklıyı yandan sollayıvermişler, dedim. Ipad mi o, bize de lazım demek ki dedim, yazdım deftere. Ki bu ipad denen şey, ileride, benim şimdi romantik bir bağ ile tutunduğumu minik not defterleri gibi bir şey olacak sizler için. Kendime maksimum on sene tanıyorum ve diyorum ki, o ve ben bu hızla gidersek şayet, teknoloji beni on sene içinde alt edecek. Ve sana yalvaracağım, gel beni şunlan şurda konuştur, görüştür diye.

Öyle yani annecim, ama bir on yıl en azından, sen benim her şeyi en iyi, en çok ve en doğru bileceğimi sanacaksın. Öyle de olacak yani.

O zaman, nice on yıllara paytak ve iki yarımdan çok, bir yarımdan az ve bir de yarımdan çok çok az dişli çocuk seni...

Yeniyetmelerin,

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Artıonbeşinci güne ek


Sen eve gelmeden önce yaptığım iş listesini buldum Kurabiye. Çok komik, bir muhasebe yapma ihtiyacı duydum.

Demişim ki oğlan gelmeden bir Eminönü'ye git, bak o gelince gidemezsin ha. Sonra tik atmışım, demek ki yapmışım. Halbuki senle de iki defa gittik geleli beri,ne güzel.

Adaya git, onlan gidemezsin demişim, gittik halbuki seninlen adaya. Her ne kadar lodosa yakalanmış ve seni o yollara soktuğum için babandan sağlam küfür yemiş olsam da, gitmiştik be annem, çok da eğlenmiş idik.

Blog yaz, demişim ki şor şor yazıyorum halen, demek ki mani değilmişin hiçbişilere sen.

Dişçiye git aman ha demişim, ama yapamamışım, çarpı koymuşum. Halbuki sen eve geldikten sonra duramadığım diş ağrısı yüzünden, kanguruda sen ilen gitmiştik. Hatta sen kucağımdayken tor tor ağzımın içinde çalışmıştı dişci abla, demek ki yine neymiş, Kurabiye hiçbişilere mani değilmiş.

Laser epilasyon yaptır kadın, demişim. Ona başka yol buldum diyeyim hallettim olsun adı:)

Evdeki filmleri izle, kitapları oku demişim, bak onu halen yapamadım. Demek ki neymiş, Kurabiye'yle gezilir tozulur ama evde uslu uslu oturulmazmış. Neden, dedenin dediği ve benim çok sevdiğim gibi, çocuk sokakta büyür çünkü, ondan be annem. Öptüm seni uyanan gözlerinden...


Artıonbeşinci gün

Bugün, senin bana doğru emeklediğini, bana tutunup tırmandığını gördüm. Tırmanıp bacaklarıma sarılarak, dimdik durduğunu da gördüm. Yanime canımcım, artık seni yürürken hayal edebiliyorum, hatta koşarsın bile sanırım sen. Al sene yine devrik cümleler...

Bir de yediay önceden foturaflarını gördüm, o zamanlar da şirin geliyordun gözüme, ama saçsız toparlak kabak kafa bişiymişin tombik yanaklarla. Yani pek de güzel değilmişsin aslında, ama kuzgun anka durumu sözkonusu sanırım. Geçenlerde bir amcan söyledi, çok yakışıklı dimi dedim seni gösterip. Yakışıklı, ama öyle çok değil, dedi kibarca. Ama tabi annesi olduğundan sana olduğundan daha güzel görünüyordur dedi sonra, anne çocuk konusunda profesör kendisi. Kendisi de bir ananın oğlu değilmiş gibi, uzun süre bir kediye babalık etmemiş gibi. Ya da hepsi olduğu için, doğru anlamış hadiseyi.

Yani tatlımcım, sen yediay önce de çok güzeldin, ama şimdi en bi güzelsin. O kadarsın ki, bisikletle bayır çıkarken nefes nefese, "na na dahh" diyorum bağıra bağıra, bu lisan bana çok iyi geliyor. Allah baba razı olsun senden, ellerin, dillerin dert görmesin. Şarkıların çok, sevenlerin bol, yiyip içtiklerin çeşitli, gezip gördüklerin rengarenk olsun.

Öptük seni zor uyuyan yanaklarından...



16 Ağustos 2015 Pazar

Artıondördüncü gün

Bu haftasonu birkaç ay büyüdün Kurabiye. Ya bu arada, anana devrik cümle kurma, okuması zor oluyor diyorlar amma, ben edemiyorum başka türlü. Sen de sevmezsen, yüzüme tükürürsün. Ama sen hele bi büyü, bi oku, bi erkeklen, o zaman bakarız. O zamana kadar, ben bildiğim gibi devam edeceğim sanırım. Baban da destekliyor beni, kim tutar bundan sonra...

Neden mi büyüdün, çünkü Marmaray diye yüzyılın icadı olan bişiye bindin, ve hatta biz de seninle ilk defa bindik. Ben öyle kurttan börtü böcekten, karanlıktan ondan bundan korkmasam da, benzerlerine NewYorklarda hohoyt binmiş olsam da, bildiğin suyun altında giden, oldukça altında giden ve gülyüzlü memleketimde yapılan her şey en az bir kez arızalanırken, ve henüz Marmaray'ın meşhur arızasını duymamışken, pek içinde olmak istemiyordum. Ama bindik işte ezcümle. Ve sana bakarken, seni gül, ağlama diye eğlerken, sana bak bak, na na dahhh derken, hop dedi ki spiker "Üsküdar'dasınız gençler"... Göz açıp kapayana kadar geçmişiz denizler altında. Benim korkularım da, kendi çapında geniş hayal dünyam da almış cevabını. Marmaray'dan balinalar ve yunuslar görünmediği gibi, tavanından sular da girmiyormuş içeri. Tek yön vapur pek zevkli olsa da, yüzyılın icadı bir saatlik yolu beş dakikaya indiriyormuş. Ha kesseler yine oyumu vermem onlara, ama Marmaray güzel bir şey olabilirmiş annecim. Kimbilir senin zamanında neler neler olacak, ben mi ben hayal edemiyorum. Zaten teknolojik hiçbir şeyi hayal etmeyeyim ben.

Neden mi öyle dedim, bana yeni telefon verdiler kullanayım diye, almaz olaydım dememe oldukça az zaman kaldı. Teknolojiye yatkınlığım dillere destanken, alışkanlıklarım konusunda sabit fikirliliğim de meşhurdur. Şimdi marka zikredemeyecegim ancak herkesin ölüp bittiği bir telefonu, ben oldukça sık ve yüksek sesle küfrederek kullanıyorum şu ara, onun yapmasını istediğim şeyleri bağırarak söylüyorum kendisine, henüz anlamıyor. Bulacağız bir orta yol sanırım. Hah yine devrik gitti bak cümle. Sevdiğim bir söz vardı, onun gibi oldu. Anlamadı, anlamıyor, anlamayacak diyordu o söz. O hesap. Olmadı, olmuyor, olmayacak.

Bir diğer yenilik, en son sen karnımdayken gittiğimiz bir deniz kıyısına gittik bugün. Sen yine çocuklar gibi, yani tam sen gibiler gibi çıldırdın suda. Baban ayaklarını şapır şapır vurdukça keyiflendin, benimle kumlarda oturdun, benim popom kum oldu, senin de avuçların. Daldın çıktın, daldın çıktın neredeyse. Yüzüne su geldikçe, tuzlarını emdin yudum yudum. Büyüyünce diyeceksin ki, bu köprü daha yapılmadan, ben yüzdüm be koçum altında. Tarih olacak şeylere tanıklık ettin bugün sen.

Bir dişin daha geliyor sanırım, o diş de hayırlısıyla gelirse Cağ Kebabı günlerimizde, utanarak sana verdiğimiz salatalık sapı yerine, şiş et vermeyi hayal ediyor, gözlerinden öpüyoruz.

Yeni yetmelerin,

14 Ağustos 2015 Cuma

Artıonikinci gün

Elim ermemiş yine Kurabiye. Halbuki sen artık, hoppidik yaparak, koltuğa tutunuyor ve ayağa kalkıyorsun. Yaptığına sen de seviniyorsun, bak n'aptm ben, der gibi bize dönüp bakıyorsun.

Seni görenler çok beğeniyor. Ne kadar güleryüzlü, diyorlar. Aah alsam gelicek, diyorlar. Gelir tabi, diyorum. Biz onu kucaktan kucağa gezsin; evi, etrafı hep hoş sohbetlerle kalabalık olsun diye doğurduk, çağırdık.

Daha da ne yazayım bilemedim annem bugün, utanmasan hop hop yürüyeceksin, az kaldı sanırım o günlerimize. Aynada sana bakıyorum, bildiğin sarı ya da hadi lop yumurta sarısı saçlı bir çocuk, kocaman gözlü, yuvarlak yüzlü, güldü mü kocaman gülen. Hadi gülmesinin ucunun kenarı belki benziyordur da, geri kalan hiç bir yerin benzemiyor be annem bana. Bugün kucağımda daha bir alıcı gözle baktım sana, bir sana bir ikimizi gösteren aynaya. Sonra sana sordum, "oğlum ben senin emanetçin miyim gerçekten? Desene bana bir?", ses vermedin, dudaklarını büzüp o meşhur üç numaralı gülüşünle güldün, olmayan bıyıkların altından.

Kendine benze en iyisi sen. Baban diyor ki, bana çok benziyor. Ben bir sana, bir ona bakıyorum o zaman. Bu çocuk bunca yakışıklı, hadi bakınca babasına da çok benziyor kabul, e kadın neden bu çocuk kadar yakışıklı görmemişin, ya da görmedin sanıyorsun bu adamı, diyor diyor bulamıyorum cevabını. Sen ne güzel şeymişsin diyorum bazen, önce sana bakıp, hakketten onunla benzer yanlarınızı farkedip. Yani şimdi, iyi bir şey mi dedim, kötü bir şey mi dedim, bilmiyorum. Sen anladın umarım.

Seni, banyolu ense kökünden öptüm bugün, geceler uzun, günler neşeli, avuçiçi kadar olan yürek huzurlu, kulaklar çın çın çınlayan gülüşün ve meşhur şarkın "na na na dah!" ile dolsun.

Yeniyetme annen,

9 Ağustos 2015 Pazar

Artıyedinci gün

Bugün bu yazıya vesile olan, sebep olan artık ne dersen adına, anılara, köşe başlarına söz vereceğim azıcık.

Bugün bir CD kendini bana aldırdı, hem sen de oralardaydın olaylar olurken. Sen yol ortasında var gücünle "nanana dah!" diye bağırdıktan üç beş dakika sonraydı. Her görenin sana hayran olduğu günlerden biriydi. Elini tutan, gözünü alamıyordu senden. Hani şu masallardaki, beyaz atlı, sarı saçlı, etli butlu prenslerin yeryüzüne düşmüş hali gibisin kimi zaman, bazı günler, canın istediğinde. Ha o mu, evet benim oğlum demek istettiren cinsten. Alıp, karnıma göğsüme bastırmak isteyeceğim türden. Büzüp, aynı zamanda gülümsettiğin dudaklarını içmek isteten aileden.

Neyse laf çok uzamış. Halbuki bizim olay anına ve olay mahaline dönmemiz gerek. Emrah Serbes diye bir abin var buralarda, o olsa eminim çok daha şık bağlardı lafı. Şarkıyı başa sardım, artık daha havamdayım, olanı olduğu gibi anlatabilirim.

Çok sevdiğim bir şarkı çalıyordu bambaşka bir sesten. Ben senin nanana dah şarkına eşlik ederek, her şeyin evet bildiğin her şeyin on numara olduğunu düşünerek dükkana girmiştim ki, şarkıyı duydum. Yıllar öncemden gelen, apartman boşluğuna bakan odamda dinleyip, yeterince ağlıyor muyum, diye elime aynayı alıp baktığım gecelerden bir şarkı. Yıldız Tilbe diye de bir abla var buralarda şimdilik Kurabiye, ve ben onu çok seviyorum, severdim, sevdim, seveceğim, Ve hatta insanlar ikiye bile ayrılabilir aslında; Yıldız Tilbe'yi sevenler ve Yıldız Tilbe'yi sevmeyenler. Sevmeyenleri sevebilirsin, onların içinde de iyi insanlar olabilir çünkü. Ama sevenlere anlatabilirsin, anlayacaklardır.

Eskilerden bir şarkıyı söyleyen gençten ve delişmence bir abla idi çalan. Ki dayın bana ilk CD'sini taaa uzaklardan göndermişti ben senlen ev hapsimin ilk aylarındayken. Çok hoşuma gitti bu şarkıyı yeni CDsine alması, dükkanın bangır bangır bunu çalması. Sen o anda arabandaydın, ama ben sanırım birazcık andan, senden, oradan kopmuştum. Kaçar mı senden, bastın yaygarayı gözlerini benden ayırmadan. N'oluyoruz dedin, o çocuk kim söyle, bile demiş olabilirsin, halbuki sorsan ben bile hatırlamıyorum kimdi neydi, varsa yoksa apartman boşluğuna bakan bir oda var aklımda, bir de delidolu bir kadın sesi patlayan duvarlarda.

Seni kucağıma aldım, sakinleştirdim, buradayım dedim. Sonra sana şarkıyı söylemeye başladım fona eşlik edip. Ruhum isterse gezinirim dipsiz uçurumlarda, aşk düzlükte yaşanıyor, düzlük tek aşkta, dedim. Dinledin, seni kendime bastırdıkça dinledin, sakinledin. Ben yine çok mutlu oldum o zaman. O şarkı orada çaldığı için, sen kucağımda olduğun için, sana sevdiğim bir şarkıyı söylediğim için, ve sen beni ben sana sevdiğim bir şeyleri anlatırken dinlediğin için. Aldık tabi CDyi çıkarken.

Bir güzellik, bir keşif daha var bugünden. Yeni pusete geçtin, artık ayaklarını sallayıp, etrafa bakabiliyorsun dolaşırken. Birkaçtır bızıklıyorsun pusette, kemer sıkıyor dedik, terliyor dedik, dedik de dedik. Ama bugün anladık ki, bizi görmüyorsun artık, yola dönüksün çünkü. Etrafı napıyım anam babam yoksa demişin, anlamamışız. Yemişim öyle yataklı arabayı, anamı görmeyince, ona bakıp nanana dahhhh diye bağıramadıkça, demişin görmemişiz. Biz eşekiz, sen adam et bizi.

Öptük seni banyolu, ve başparmak ayrı gezegen ayak uçlarından...



8 Ağustos 2015 Cumartesi

Artıaltıncı gün

Bugünün senin açından en önemli yanını açıklıyorum Kurabiye:

Sen bugün, hayatında ilk kez pipetle meyve suyu içtin annem! Her şeyi keşfetmen, öyle ani, öyle kendiliğinden ve öyle çarçabuk oluyor ki afallıyor insan.

Karnın açtı ve arabaya binmiştik, o an ememeyecektin ya da çorba filan içemeyecektin. Ben de nefsime yenik düşüp, rejimi börek üstü tropikal meyve suyu karışımıyla delmek üzereydim. Pipete uzandın, ben de yardım ettim sana. İzledim sonra, direktifler verdim duyuyormuşsun gibi, biraz daha, biraz daha çek dedim. Azıcık oynadın, sonra pipet içinde sana doğru gelen kivi çekirdeklerini gördüm. Ben bile heyecanlandım. Devam et Kurabiye, gör bak çok şaşırıcan, dedim sana. Bir çektin, bir bıraktın, sonra bir daha güçlü güçlü çektin. Sen ki süt gelmez artık, denen memelerden süt getiren adamsın, pipet yolundan meyve suyu mu çekemicen, diye düşündüm, kendimi rahatlattım. Hop çekiverdin sonra tabi. Miden ananas, kivi, hindistancevizi ile tanıştı.

Senden biz aslında çok korkuyoruz Kurabiye, sen çok ama çok güçlü bir yerden bitmesin annecim.

Yedik içtik seni banyolu ensenden...

7 Ağustos 2015 Cuma

Artıbeşinci gün

Yıl devirdiğin için bundan sonraki günler artıbirlerle gidecek, ha iki yaşı da devirirsin ben ve günlük o günleri görür mü dersen, bilemem. Onu o zaman düşünürüz. Biliyorsun ki ya da bileceksin ki, zaten uzun vadede hepimiz ölüyüz, o zaman günümüze bakalım. Falan filan oğlum, ağlamanla bölünen gecelerimiz çok olsun ne diyeyim.

Baban sana koştu ki ben yazını bitirebileyim. Rejim niyetiyle çıktığımız yoldan, kokoreç, midye dolma, midye tava, çöp şiş, kazandibi ve supangle ile döner gibi olduğumuz için, üzerine içtiğimiz yağ yakıcı çaydan beklentimiz yüksek. Senin de beklentilerin hep yüksek olsun, emi oğlum. Olmayacağı varsa bile, sen iste biraz. Sen ki, göle maya çalan bir hocanın memleketindensin, olacak o kadar.

Bugün, sen bir salıncağa enlemesine oturdun, güzelce yerleştin. Ben seni düz oturtmuştum halbuki, öyle keyiflendin ki, gülümsedin, mırıldandın, sağa sola döndün, Sonra baktın yanlamasına sığıyorsun, öylecene oturuverdin. Beni neden mi duygulandırdı, çünkü gün gelecek Kurabiye, oraya popon bile sığmayacak. Ve o günler aslında sandığımızdan çok daha çabuk gelecek, ve bana öyle geldi ki bu foturaf, senin kare aslarından biri olacak, dönüp dönüp bakmak, hatırlamak, şaşırmak, duygulanmak isteyeceğin, geçen yıllarda dayının yaptığı gibi "doğumgünü partimin afişi için şöyle minik bir foturafım yok mu yahu?" dediğinde eline şak diye vereceğimiz cinsten bişi gibi. Zamanın nasıl acımasızca geçtiğini senin de yüzüne vuracakmış gibi.

Sen şimdilerde, bir salıncağa yanlamasına sığıyorsun Kurabiye. Tüm park bir memleket oluyor o yüzden sana. Ben karşında yere oturuyorum, senin sesin yükseldikçe ben de yükseltiyorum, şarkına eşlik ediyorum. Yağmur taneleri üzerimize düşerken, bağıra bağıra sana, camdan bakan Arap kızının hikayesini söylüyorum. Çünkü gülümsüyorsun o zaman, her bir yan bir çift gülen göz oluyor başka bir deyişle. Huzurun yansıyor dört yana, yanımda mutlu halin asılı kalsın istiyorum anı defterinde.

Çekip gidicen yoksa uzaklara, dedenin deyimiyle. Başından kabul ettik onu biz zaten. Ama şu kollarımı arar halin, kucağıma ardılan zırıltılı gözbebeklerin, insanı nasıl denir, çok tatmin ediyor Kurabiye. Ben birileri için çok değerliyim dedirtiyor, ben birileri için çok ama çok lazımım, önemliyim dedirtiyor. Çok güzelim demek ki, bile dedirtiyor. İlişki memeden ibaret olsa da, tüm bir yolu, yokuş rüzgar demeden, kucağımda geçirmen, bacaklarını göbeğime iliştirmen, meme buralarda olsun da yerimizi bilelim, gerekirse evde emeriz demen, insanı ve o insanın hayatını güzel hissettiriyor.

Ve sen bunları hissettirirken, o salıncağa yanlamasına sığıyorsun. Unutma bu günleri olur mu, sen salıncağa yanlamasına sığarken, sana bağırarak şarkı söylenmesini, karşında dans edilmesini, salıncakta sallanmasını, balıklara bakmasını, kucakta gezmesini, yüzüne üflenmesini,  ılık suyla seni yıkamamızı, "uyumadı gitti bacaksız..." dememizi, dedenin seni kaleye götüreceğini söylemesini, babanın dilini çıkarıp blublublu yapmasını çok seviyorsun.

O salıncak da bilsin, sen de bil bunları emi.


Öptüm seni zor dalan uykuna arkadaş göz kapaklarından...

2 Ağustos 2015 Pazar

Üçyüzaltmışbeşinci gün

Bugün doğumgünün olduğuna göre, günlükte bazı günleri yanlış hesap etmiş olmalıyım, ve hatta bugün üçyüzaltmışaltıncı gün bile olabilir ama daha da çok kurcalamayacağım.

Bugün bir yaşına bastın, ya da onu geçtin bir sonrakinde geziniyorsun Kurabiye. Bugün daha bir başka sesler çıkardın, adettenmiş, pastandan tattın. Biralı annenin sütünden hafif naralar atarak tattın, güldürdün bizi.

Ananen, babaannen, dedelerin sevdi sardı seni. Yeni oyuncaklarla oynadın, sana bakan herkeslere o meşhur gülücüklerinden dağıttın.

Göreceklerin gördüklerinden hep daha güzel olsun Kurabiye. Allah baba hep iyi insanlarla karşılaştırsın, gönlün, bahtın hep açık olsun. Ne zaman bize ihtiyaç duyarsan, yanında, bir adım arkanda olmak nasip olsun.

Öptük seni banyolu ayaklarından...

Ananen dedi ki bugün bana, her şey olacağına varır. Eğer öyleyse Kurabiye, her şey güzel olsun senin için. Düştün mü kalkmasını bilmek nasip olsun hep dediğim gibi. Beni öp bir daha doğur beni, dediği gibi şairin, beni hep bir daha büyüt Kurabiye.

Elinde hep yeni yetme annen sardı seni isilikli diz kapak arkalarından usulca...

31 Temmuz 2015 Cuma

Üçyüzaltmışikinci gün

Tam bir sene önce bu saatlerde yatağa girmiş idim Kurabiye. Hindistan'da geçen  bir filmi yarım bırakıp rüyaya yatmıştım. Bugün işyerindeki abiler hatırladı o günü, sen tam bu zamanlarda doğurmuştun değil mi, dediler. Aslında evet, dedim. Bugün benim son günümdü, bu akşam suyum gelmişti, yarın sabaha karşı hastaneye yatmış, bir sonraki sabaha karşı doğurmuştum, dedim.

Bir yıl çok ama çok çabuk geçmiş...Ne kadar zor, ne kadar narin yollardan geçtiğimiz daha bir canlandı gözümde. O bir yılda hissettiğim, bildiğim birçok şeyin ne kadar değiştiğini düşündüm. Kendimden korktum Kurabiye. Bir yılın bunca çabuk geçmesinden, bir yıl aslında bunca az şey yapmış olmaktan ama bunu hiç farketmemiş olmaktan, aylarca seninle evin içinde dört dönmüş olmaktan. Senin sadece süt içer hallerinden, kış ortası ısınmayan odanda, hasta olmandan ödümüz kopup ısıtıcıları açmamızdan. Seni yıkamayı olay yapmamızdan, hava kararmadan, daha da soğumadan yıkamalarımızdan. Sabahları kan çanağı gözlerle kalkmaktan, uyku denen şeyin yaşam kalitesini ne kadar değiştirdiğini anlamış olmaktan.

Şimdi mi, şimdi kocamansın, doğum kilonu ona katladın neredeyse, doğum boyunu da ikibuçuğa, bacağın kadarmışsın doğdunda. Kaç kilo doğdu diyenlere, 960 gr demenin, gözlerdeki şaşkınlığa gülümsemenin anlamını, pancar ayaklı bir 960'ı cam arkasından gören birileri anlar sanırım. Sen mi, sen hiç bilmeyeceksin o halini. Çünkü ben çektirmedim fotoğrafını kimselere. Çekenlere de silin dedim. Ne acımak, ne acınmak istiyordum çünkü. Sen benim kaderimdin, eşek gibi benim suçumdu erken gelişin. Kıçımın üzerinde oturamadığımdan, senin olman için bunca ısrar ettiğimden, bir düşük, bir kürtaj, bir yapışıklık ertesi operasyon geçirdiğim içindi hepsi. Sana hamileyken oraya buraya gitmeyi her şeyden çok istediğim içindi. Kolay bir hamilelik ve kolay bir doğumum olacağına, ben bir şeyleri aşkla yaparsam, sana da iyi geleceğini kendi kendime söylememdendi. Senin ayrı bir birey, ayrı bir dünya olduğunu kabul edemememdendi biraz. En koyu duygu suçluluktu erken doğumunla beni saran.

El kadar bir kızarıklığın onca hortuma bağlı mücadelesinin sebebi olarak, karnı yarık ve tekerlekli sandalyede senin cam arkana taşınan bir kadındım. Yoğun bakım doktorun uzun süre gülümsemedi bize, umut vermek istemedi. Beyin kanaması geçirebilir, umutlanmayın dedi. Ne dileyeceğimi bilemedim ben günlerce hepimiz için. Acı bile çekse bunu henüz bilmeyen, ama bizi türlü türlü duyguya avuç içi kadar haliyle sürükleyen bir şeydin sen.

Onlarca kontrolden geçtin, beynine baktılar, midene baktılar, ciğerlerin açıldı sonra, kafandan oksijen maskesi çıktı. Sonra aniden geri geldi o maske, susturamadılar beni camın öte yanında. "Dua et", dedi diğer bir Kurabiye babası, kolumu sıktı ve "Dua et" dedi. "Acı çekmesin n'olur" diye dua ettim en çok senin için o zamanlar. Şimdi de "iyi insanlar çıksın karşısına" diye ediyorum. Umudun kırılmasın hiç olur mu annecim, hayalin, coşkun kırılmasın. Dünyayı değiştirebileceğine inan hem, aşkla yap napıyorsan, bişilerin bir yerlerin birilerinin hep sana iyi geleceğini bil.

Çok zor yollardan geldin Kurabiye, çok güzel olsun bundan sonraki her anın.

Ağladığında, uyumadığında kendimi kaybediyorum bazen. İdare et beni de olur mu, anne doğmadım ben, annelik ne seninle öğreniyorum, nasıl bir anneyim sende görüyorum. Sen benim elimden tutmaya devam et, beni adam etmeye, içimdeki iyiliği açığa çıkarmaya devam et. Gece uykularım senin olsun, kolum, bacağım, göğsüm sana iyi gelsin. Sıran geldiğinde git, o zamana kadar ne zaman ne kadar istersen al beni. Beni doğur yeniden.

Mutlu yıllar Kurabiye...


29 Temmuz 2015 Çarşamba

Üçyüzaltmışıncıgün

Güzel gözlü teyze ile buluştuk bugün. Onun da bir miniminisi var. Aynı aylarda miniminileri olan annelerin görüşmesi gerçekten çok iç açıcı, ferahlatıcıymış Kurabiye. Birbirimizi eskisinden daha bile iyi anlıyorduk. Sizlere ve kendimize sorduğumuz sorular çok benziyordu birbirine. Gülüp eğlenip, yalnız olmadığımızı birbirimize hissettirip ayrıldık diyebiliriz.

Hayat abla'yla parka götürdük bugün seni. Benimle çok gezmiş olsan da, Hayat abla'lı ilk park gezin oldu bugün. Park gezilerini de onunla yapınca artık pabucumu iyicene dama atar mısın bilmiyorum tabi.

Sonra bugün ilk defa semizotu yedin, yani yemişin. Derin bir oh çektim içimden. İnşallah gerisi gelir kolaylıkla.

Sıcaklar devam ediyor, seni her gece yıkayıp, tüm camları her gece ardına kadar açıp, odanda vantilatör döndürmeye devam ediyoruz. Ara ara düşünüyorum da, sen doğduğunda da hava böyle sıcaktı, eh bir yaşın da olmak üzere olduğuna göre mevsimin haline çok da şaşırmamak gerek herhalde.

Öpüyorum seni kıvrık ayak parmaklarından...

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Üçyüzellisekizinci gün

Az sonra anlatacağım olay olurken, sana bunu yazacağımı hayal ediyordum Kurabiye. O yüzden şimdi tutmayın beni...

Son günlerin popüler yoğunluğuyla annen işyerinden çıkmışken, babana ulaşamayıp yan tarafında oturan bir başka babaya "sana uzmanlık sorusu, madem kocama ulaşamadım" diye başlayıp memeleri tutarak devam ederken, "Kurabiyeye kahvaltı için süt sağamadım, şimdi sağıp mı eve gideyim, yoksa direkt gidip evde mi sağayım" derken, o bana "yarın geç gel olmaz mı?" diye akıl vermişken, ben ona "toplantı var, nereye geç geliyorum" demişken, hepsine rağmen aslında anana o pek matah müdürlüğü vermemişlerken, annen taksiyle eve dönerken, taksiciyle gündem üzerine atıp tutup, nolcak bu memleketin hali anlamadım gitti derken, adamcağız tam beni indirirken, bana dönüp "gülen yüzünüz ve hoş sohbetiniz için teşekkürler" demesin mi. Kocaman gülümsemesin mi annen... Baban nargile kılıklı elektronik sigarasını pofur pofur tüttürürken, dışarısı bildiğin 40 derece sıcak olup, gece onda yerden alev kalkarken, annen üzerine en rahat bluzunu, altına da en paspal eteğini giyip şıpıdık şıpıdık sokağa çıkmışken ve sen yeni arabandan bana kocaman gülümsemişken, hayat bir parça güzel olmasın mı?

Ve hatta annen bugün terapistini bir yoklamak için aramışken, "vallahi kendisi bugün izne ayrıldı, bir dahaki ayın yirmidördünde gelecek, o güne not düşelim isterseniz"i duymuşken, koca bir kahkaha patlamasın mı, "o tarihe kim öle kim kala dimi ya, o zamana kadar ben neler ederim kimbilir" demesin mi. Ve tabi tüm bunlar senin e tabi dolayısıyla benim 5'i 20 geçe uyandığım bir sabahın ertesinde olmasın mı...

Sen hele bi büyü de içelim karşılıklı, olur mu Kurabiye. Şimdilik öptüm banyolu, masajlı parmak uçlarından...

26 Temmuz 2015 Pazar

Üçyüzellialtıncı gün

Bugün sıcak bir gün oldu Kurabiye. Ve hatta bu hafta öyle olacakmış. Gece uykuya zor dalmanın sıcaklarla ilgisi olabileceğini düşündük. Umarız kalıcı olmaz haleti ruhiyen.

Emeklerken videoya çektim seni. Yeni yeni öğrendiğin hareketlerin, amacına ulaşmana yardım ettiğini farketmenle, canın istedi mi can havli hareket etmen nedense duygulandırdı beni. Babana kalsa ona buna ağlıyorum bu ara, hassas bir dönem diyelim. Senin o kendinden geçmiş, elinde olsa koşturup, ananın kırmızı kordelaya bağladığı halkaları alıverecek halin duygulandırdı beni.

Çok da yazmak gelmiyormuş içimden Kurabiye. Büyüyorsun gözümüzün önünde, sütüm gittikçe azalıyor. Meme diye sevip sardığın şey, artık bir sıcaklık, hadi yumuşaklık ve kokudan ibaret kalıyor sanırım. Biraz şaşırsan da bozuntuya vermiyorsun. Pardon da, nasıl uyuyacaz o zaman, diyorsun birazcık. Bugünkü gibi, yatakta beraber yatıp, senin oraya buraya dönmelerini sakince izleyip, her döndüğün yerde yanında olduğumu hissettirip, seni okşayıp uykuya dalmanı izledim. Diyorlar ki kendine kendine dalınan uyku, daha derin, daha güzel, daha uzun oluyormuş. Göreceğiz. Senin kendine kendine uykuya dalan, o uykuda elini, kolunu, sırtını özenle yatağa yerleştiren halini gördüm ya, bu bana yeter sanırım. En çok bu kalsın bu geceden bana, olur mu...

Çok büyü ama yavaş yavaş büyü, olur mu Kurabiye. Senin gibileri büyüten annelerin bana dediği gibi, her yaşın ayrı bir güzelliği var, öyle olsa gerek. Hepsini yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yaşa.

Öpüyorum seni.

Annen

23 Temmuz 2015 Perşembe

Üçyüzelliüçüncü gün

Bu takvim doğru gösteriyorsa Kurabiye, bir yaşına sandığımızdan daha az zaman kalmış senin. Yazmayalı ya da yazamayalı uzun zaman olmuş. İş güç, gezme tozma, ziyaret miyaret diyeceğim, yiyecek misin bilmiyorum. Toplamaya, açığı kapamaya çalışayım.

Sen artık, biraz komik de olsa emekliyorsun. Mayın tarlasında talim yapan komando havan yok diyemeyiz. Ha istediğin yere ulaşıyor musun, ulaşıyorsun tamam o zaman demek lazım.

Nananana, bababaaa ve dededede şeklinde konuşuyorsun bizimle. Anne mi, onu edalı bakışlarından ve cok cok eden ağzından anlıyoruz, demesen de olur diyoruz, yani diyor eş dost ben demiyorum. Hatta denizde sen yine nananaaa derken benim vir vir ettiğimi gören bir amca "yok yok anne dedi" diyerek rahatlatmaya çalıştı beni, "hayır işte, demiyor" dedim, "diyor diyor" dedi.

Deniz dedim, evet bu defa güzelcene denize girdin sen bizimle. Artık içinde gezgin bir ruh olduğundan, elin ayağın tutunca bizi ardında cısçıplak bırakacağından neredeyse eminiz. Uçakmış, arabaymış, karafatmalı pansiyonmuş, sıcakmış, soğukmuş, terinden rengi değişmiş pusetmiş, komadı sana. Sonra tuttuk, yer bile ayırtmadığımız memleketlere sürdük arabımızı, geldin bizimle. Ahanda denize burada girilir dedik, gülümsedin kocaman. Kumdan köfteler yaptın, suyun içinde dans ettin, kocaman el çırptın. Annecin ek gıdaları birazcık aksattığından hafif kilo verdin, ama Hayat Abla'nın hızır gibi yetişmesiyle açığı kapatacağını düşünüyoruz.

Ananen deden geldi sonra, kocaman gördüler seni. Sonra ananen birara bana acıdı, senin kendine ayıracak hiç vaktin kalmıyor cancağızım, vah vah dedi. O diyene kadar ben kendime bunu hiç dememişim Kurabiye. O deyince bir dokundu ki, sorma. Ho dedim, öyle midir acaba dedim. Hani Kurabiye'ye bakıyorduk, iyi oluyordu, hani ona lazımdık, hani veriyordu rabbim sabrını, kuvvetini. Neydi hani onlar. Ha yap yapabiliyorsan ne istiyorsan, diyebilirsin tabi. Yapabiliyor muyum, yok. Bugün canım biraz sıkkın diye dışarı çıkardı baban misal, ala ala sana ciciler alabildim. Sonra yine asansörde kendimi gördüm, pazen pantolonum, çiçekli bluzüm, ağarmış ve tepede toplanmış saçlarım ve her daim makyajsız yüzüm ve artık güzelcene yerini bulan kilolarımla tam karşımda duruyordum. Resmin en güzel yanı, kocaman gülümseyen bir patates ya da babanın deyimiyle kunduz idi. Seni tatlı kunduz seni.

Tatiller çok güzel Kurabiye. Her yan tatil olsa sıkılır mı insan, bunu denemeden asla ve asla bilemeyeceğiz. O yüzden denememiz gerekecek.

Öptüm yatakta yan yatan koltuk altlarından...

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Üçyüzotuzaltıncı gün

Çok ama çok güzel şarkı çalıyor Kurabiye. Aslında neler diyecektim ve şimdi aslında neler diyeceğim, hiç bilemiyorum ondan. Bazen bir şarkı alıp götürüyor beni, sana da olacak mı acaba, olur herhalde değil mi.

Bugün yorgun argın işten geldim, yine senin varlığını neredeyse unuttuğum bir gün oldu. Akşam yolda gelirken dedim kendime, tabi ya, dedim, Kurabiye diye bir şey var unuttun mu dedim. Geldim sardım seni, gözlerinin ta içine baktım. Sen bir insansın dedim sana, başlı başına bir insan. Sanırım seni bazen kurulu bir oyuncak gibi filan görüyorum, halbuki sen bildiğin insansın afedersin.

Bir kitap okuyoruz babanla, diyor ki dünyayı çocuğunuzun gözüyle görmeye çalışın, eğilin ve dünyaya onun baktığı seviyeden, onun baktığı şekilde bakın. Deniyorum. Hareketlerin çok tatlı izliyor birbirini mesala. Kurbağı alıyor, biraz evirip çevirip atıyorsun. Sonra hop balığı alıyorsun, havaya kaldırıp pat diye bırakıyorsun. Göbeğinin üzerinde dönüp uzaktaki sünger adamı alıyorsun. Bir ara ördeği buldun ki, orada hepimizi unuttun, çığlık çığlığa ona ulaşmaya çalıştın, Arada ayakta bile durdun ona uzanırken, camdan yansıyordun, ne kadar heyecanlı ve coşkulu olduğunu gördüm. Sallanan ördek elinden kaçtıkça hoşuna gitti, hem yakalamaya hem yakalamamaya çalıştın. Her yan oyun sana ne güzel...

Geçen haftayı es geçmişim. Hisar'a kahvaltıya götürdüm seni, oradan çalıştığım yere geldin benimle. Hemen her kucakta gezdin, anneyle iki telekonferansa katıldın, ben mail yazarken kucağımda oturdun, yemek alırken kanguruda etrafa baktın. Vapura bindin, dalgalara baktın. Bugün sordular seni, niye yine gelmedi, dediler; bugün evci dedim. Bekliyorlar seni...

Öptüm seni banyolu yanaklarından...


1 Temmuz 2015 Çarşamba

Üçyüzotuzbirinci gün

Bir yaşına gerçekten az kalmış be Kurabiye. Adam oluyorsun utanmasan, yarım dişli ve bezli adam.

Parka gittik bugün, ben çok seviyorum parkları. Sen de sevecek misin bakalım, kanına girmeye çalışıyorum tabi biraz, ordan burdan hop parklara çıkarıyorum seni.

Bugünkü parkta da canlı müzik dinleyip, mavi gözlü bir abla sevdik seninle. Bir de kedi poposuna dokunduk hafif, sonra yandaki ablaları kızdırdık, niye tekmeliyormuşum. Öyle bir kinle baktı ki bana, anladım ki içinde iyilik, şefkat, huzur hiç yok aslında ablanın. Patlattım cevabımı sonra, benim de kedim var dedim, bir de bebeğim var, dedim. Tekmelemedim ayrıca, dedim. Aptalladı bir, e vardı tabi kedimiz, ama sana aldığım yemekleri yalasın, koklasın istemedim haliyle.

Sevdiğimiz abla ile masmavi gözlü, yirmiüç aylık bir ablaydı. Sen de beğendin kanımca, çünkü kurulduğun tahtından yüzünü o tarafa doğru çevirip, sağ el cağzını uzattın kızcağıza, tuttu öptü o da. Aşk böyle bişi işte annecim, bir bakışma, bir dokunma sonrası pır pır. Lüzum var mı, hani çok yok da, herkes bir merak edip giriyor içine, sonra o kedici abla gibi karanlık olabiliyor mazallah. Her şeyi tadında bırakmak, iyi atlatmak lazım o yüzden.

Öptüm şimdi o zaman seni ve sardığın her şeyi...

28 Haziran 2015 Pazar

Üçyüzyirmisekizinci gün

Bir haftadır yazmıyormuşum Kurabiye. Yine hayatın koşturmacasına, kovalamacasına yenildim sanırım. Sen yenilme, derdim amma sen de yenilicen annecim. Bizi ara, bir sor diye beklerken, unutmuş olucan, elin ermicek falan filan sanırım.

Şimdi de bir bir sayıyorsun gecenin bir saati, baban oyalamaya çalışıyor seni emzirme öncesi, ben de ilaç sonrası emzirme öncesi altın on dakikayı ihmal ettiğim günlüğünü tutarak değerlendirmek istedim.

En bariz gelişmemiz, artık bildiğin oturuyor olman, çok şaşırtıyor bazen beni oturman, her bebek yani her insan evladının bu evresi için beklenen bir adım olabilir ama beni bildiğin aptal ediyor oturabildiğini görmek, nedense oturamayacak olmandan mı korkuyordum nedir, basbayağı oturuyorsun işte. Kumda, Antalya'da bu kadar iyi değildin sanki, ya da farkedemişim. Bence o kadar çok kuma yüzüstü düşünce öğrendin bir daha olmasın diye, bilir bilmez iyi bir şeyler etmişiz sana.

Onun dışında, dayın geldi gitti demiştim sanırım, çok taş foturafların çekildi yine, birinde sen ben uçuyoruz ki sorma gitsin. Babanla da pek afili hallerin var, bana halen benzemiyorsun, bakıcı, bebek yavuklusu gibi gibi bilimum isim verilebilir bana senin yanında.

Dişlerin iki etti, kayısıdır, salatalıktır çok komik kemiriyorsun, geçen gün kabak sote bile tattırdım ki bence bunun bir sonraki aşaması et sote yemen olacaktır.

Ağladığın için mektubumu burada kesiyor, seni ağlayan gözlerinden öpüyorum.


NOT: Sen cor cor ağlayınca, ta aylar önce hissettiğim hayatın, hayatımın anlamsızlığı geldi çöktü üzerime yine. Aynı karanlığı gördüm kendimde bir iki dakika, baban geldi yokladı sezdiğinden durumu, iyi misin, dedi, iyiyim dedim. Değildim, anlamış çikolata getirmiş sağolsun. Ne kolay çıkıyorum zıvanadan bazen derdim amma, pek de kolay olmadı sanki be Kurabiye.

Dışarı çıkmıştım dört saatliğine bugün, karşılığı dönüşteki dört saati sen ve ev işi dışında hiçbir şey yapmayarak geçirdim. Onun diyeti bu mu, yoksa bu yüzden mi sokaklara atıyorum kendimi bilmiyorum.

Bir kardeşin olmasını istediğimden eminken, seni artık gecenin on'unda artık uyu diye emzirirken, yok be ne kardeşi bir daha mı yok, bu bile harcın değil baksana, dedim durdum. Ki tanıyorum işte bu halimi, ilk aylarımda böyle bir anneydim evde ben. "çok tatlı bebek var, verelim?" moduna pek kolay geçiyordum. Ki bir gün baban eve geldiğinde, n'aptın bugün dediğinde, "bugün sadece Kurabiye bir gün daha büyüdü" diyebilmiştim. Neyse, kötü değil iyi anıları hatırlayalım büyütelim. Bu notu da burada bitirelim.

21 Haziran 2015 Pazar

Üçyüzyirmibirinci gün

Bugün, benim en son sen karnımdayken sallandığım hamakta seni salladım Kurabiye. Hamağa oturur oturamaz yüzün gülümsedi, tıpkı öğlen tattığın ilk karpuzdan sonra olduğu gibi. Ne çok ilkin oldu bu tatilde. Nahoş bir ilkin de oldu ama, babanla bir süre bundan kimseye bahsetmemeye karar verdik, neyse ki bir şey olmadı, ne mi oldu, yok yok bişi olmadı.

Hamak diyordum, hafif güneş ve hafif rüzgarda öyle tatlıydın ki, seni seyrettik bir süre, ayaklarını hamaktan çıkarttın, daha da rahat sallansınlar diye. Baban yan tarafta uyukladı, ben kah seni salladım, kah sana şarkı söyledim, kah dergi okudum. Aman Allahım, yoksa ben çok mu mutluyum şu anda, dedim. Nereden nereye dedim sonra, geçen sene bu zamanlar o hamaktaki halimle şimdiki halimiz arasındaki dağ kadar farkı düşündüm. Bir yılda bazen ne büyük şeyler oluyor dedim, dedim de dedim.

Denizi bugün daha bir sevdin, ya da n'apalım bu adamla kadının eline düştük, bari çok ıslatmasalar, canımı yakmasalar, güneşte bırakmasalar, üşütmeseler sularda duşlarda mı dedin, bilmiyoruz. Bir pes etmiş halin vardı sanki. Halen banyo küvetindeki şap şap ayaklara kavuşamadık, ama en azından bağırmıyorsun sudayken, sukunetle seni çıkarmamızı bekliyorsun sanki. Ama sen de haklısın, seni deniz diye ilkin Antalya'nın dalgalı ve bulanık denizine soktuk, sonra bütün denizler böyle sanacaksın. Yok annem, bunun Bodrum'u var, Datça'sı var, hadi ılık sulu Çeşme'si bile var, sen dur daha.

Yayla çorbası vardı akşam. Seni birkaç gündür daha çok sütle besliyorum, ek gıdaları aksattık biraz malum hava yol şartları. Çorbayı öyle bir içtin ki, hem sevindik hem utandık. Hayat abla duysa kızar bana, çorba özlemişin annem sen. Adam porsiyonu çorba getirdi baban, ben yarın da iç diye yanımıza aldım, sen hepsini hüp diye içip, üstüne bir de süt isteyip, sonra da hop diye uyudun. Bir çorbaydı vereceğin kadın, dedin bana belki. Bilemedim annem ben. Hayat abla tembihledi aslında, oralarda az yedirip kilo verdirip getirme çocuğu, dedi. Hıhı dedim, ama korku içindeyim. Yarınki yayla çorbasıyla tüm farkı kapatacağını ümit ediyorum.

Yüzünü güneşte hafif yakmış olmaktan endişe ediyoruz. Elli faktör bebek kremi sürmüş olsak da, kati ve yasaklı 11-16 arası seni pek güneşe çıkarmasak da, kızarmış olman, bizim için de yüz kızartıcı bir suç niteliğinde.

Kumda oynarken aniden yüzüstü kuma kapaklandığın kısmını ise, ileride hatırlamak için hoş bir anı olarak kenara koymak istiyorum. Henüz iddialı konuşmak için erken olabilir fakat, kum yemek çok kötü bir şey değil sanırım, çünkü bence kesin yedin mani olamadım küreği ve kuma daldırdığın elini ağzına götürmene, ama henüz çok şükür bir şey olmadı, ya da oldu biz anlamadık.

İdare et bizi, sende deneyimimiz olsa da, bu ilk tatil beldeli tatilimiz senlen. Konuşmadan anlaşmanın zor olduğu zamanlar bu zamanlar, o dilinden düşmeyen babababa pek yeterli olmuyor her şeyi anlatmana, sandığın gibi küçük adam. Ama sen gülümseyince, ya da çığlık atınca anlıyoruz ki iyisin, sen suskunlaşınca kıllanıyoruz, buna bişi oldu, hanım, bey sen bi bak bakalım diyoruz birbirimize.

Ama en nihayetinde, eğleniyoruz seninle be Kurabiye.

Öptüm seni minik ayak altlarından...

20 Haziran 2015 Cumartesi

Üçyüzyirminci gün

Bugün birçok yeni şey oldu senin için Kurabiye. Kum gördün bir defa. Görmek ne demek, içine kadar girdi neredeyse.

Kürekle tanıştın sonra, yarabbim o nasıl bır oyuncakmış öyle, dakikalarca baktın elinde, evirdin çevirdin,bırakmadın kesinlikle. Arada tırmık girse de sahneye, küreğin hali bır başkaydı. Kürek takımı benim, baban dalga geçıyor, kendine getirdin ama  Kurabiye oynuyor, diye. Asıl niyetim sana kumdan kale yapmayı sevdirmekti. Balıktan kalelerle ve tırmıkla ıslak kum çıkarma olayıyla pek ilgilenmedin, o kürek çıkınca sahneye, her şey alt üst oldu da denebilir.

Denizden ürktün biraz,ayaklarına şor şor gelen dalgalar pek hoşuna gitmedi. Son denememizde sinirden titrediğin gibi, küreğe de sıkı sıkı tutundun. Biz de korktuk zorlamadık. Yarın farklı saatlerde yeniden deneyeceğiz.

Şimdi öptük seni şirin ayak parmaklarından.

19 Haziran 2015 Cuma

Üçyüzondokuzuncu gün

Kurabiyecik. Yarın alen beyan ilk tatiline çıkıyorsun. Analardan babalardan dinlediğim ne kadar bavul hikayesi varsa gerçek oldu evde. 20 kiloya çıktı valizimiz, sırt çantamız maksi boya terfi etti, ona rağmen gurbetçiler gibi gideceğiz yollarda, dört yanımızdan sarkan çantalarla. Baban laptopunu ben kum kovamı aldım üstüne. Çok uzağa gidemezsin Kurabiye, ya aytici ya kumcu olucan oğlum. Kader diycen sonra, armut dibine düşer diycez, gibi gibi.

Valizin içi, ah o anaların beni bi sürü bi sürü konu için panik etmesinden hareketle onlarca şeyle dolu. Ateşin çıkabilirse Allah korusun ölçebilelim diye, burnun tıkanırsa açabilelim diye, kusarsan değiştirebilelim diye, bezler bezler yetmezse tuh tuh demeyelim diye, hava aniden ısınabilir ve hatta soğuyabilir diye, sinekler seni yemeye cüret edebilir, güneş seni yakmaya yeltenebilir, sonra bakayım, elmayı sevmez de kayısı istersen, salatalık te oralarda bulunamayabilir diye. Daha neler neler.

İkinci dişin geliyor birinciye kardeş hemen yanıbaşında. Salatalıklar senden korksun artık.

Ne diyeyim üstüne bilmiyorum annecim, bir heyecan sardı içimi pır pır. Sabahları seni kanguruya atıp sahilde kuma, denize basa basa yürüyesim var, yıldızlar altında seni sarıp oturasım var, var da var annem be... Ben tatil gibi tatil yapmayalı bayağı oluyor sanırım bak,

Öptüm seni tavşan uykusuna yatan gözkapaklarından, 04'te hareket..

16 Haziran 2015 Salı

Üçyüzonaltıncı gün

Oğlumcum, biz yılı devirmeye doğru gidiyoruz farkında mısın acaba. Kocaman bir yaşına basıcan falan filan amanın, aman Allahım ve hatta. Gerisi çorap söküğü gibi gelir herhalde, değil mi.

Yazamamışım dünya telaşından, halbuki bi sürü şeyler olmuş şimdi düşününce bak. Dayın geldi bir kere, foturaflarını çekti yine senin. İki aylık gelişimlerini takip etmek üzere Kuzey ülkelerinden bu taraflara teşrif ediyor kendisi, tabi bu defa hızını alamadı. Seni o kadar sevdi, o kadar sevdi ki, buralardan ta Kaş'lara kadar attı kendini coşkudan...

Sonra sen sanırız bugün baba dedin, daha doğrusu bababababa dedin, ama onun içinde birkaç kez baba demek istediğini düşündük biz. Evde bizimle yaşayan ve sana çok benzeyen bu adamı sevindirdiğin çok iyi oldu Kurabiye. Bugün kendisinin bazı konularda fazla rahat olmasından dert yanıyordum sana ki, hop daldı muhabbetimize, babasına benzeyecek oğlum o da öyle olacak, dedi. Olur musun Kurabiye, insanın oğlu sözkonusu olunca, pek rahat olsun istiyor aslına bakarsan, hani bir tabir var buralarda koy ..tüne diye, Allahım neler diyorum ben sana ve sadık okuyucularıma buradan, ama hani mümkünse o hesap ol istiyor insan, tipin bana benzemiyor, huyun da benzemesin emi annem. Sanat manat merakı, gezme tozma hevesi al da, başka şeyler alma olur mu benden. Yaz bir yere bunu.

Sonra, yoğun bakımda karşılaştığımız kardeşlerle buluştuk hafta sonu. Kuvöz arkadaşlarınla bakıştınız yani. Senin hiç bilemeyeceğin ama bizim hiç unutmayacağımız türlü duygu yaşandı orada, biliyor musun. Beyin ultrasonlarınızı, kilo alımlarınızı, cc ile süt içişlerinizi takip ettiğimiz günler, boğazınıza ayağınıza takılı kablolara bakışımız, kafanızı çevreleyen oksijen tüpünden çıkmanızı dualarla bekleyişimiz, kuvözden bir göz kırpışınıza hasret bakışımız, gelen geçen teyzeler, amcalar, aa ne küçük tüh tüh vah vah, sizin mi laflarına cevap verişimiz, orada kimseyi evet kimseyi öldürmeyişimiz, arada çok damarımıza basılırsa birazcık laf edişimiz. Çıkış gününüzde aptallaşmalarımız, seni tutamıyormuşum bile mesela ben, diğer Kurabiye annesi söylüyor. Şimdi de tutamadığım oluyor, ama şimdikiler aşırı kıpırdak olmandan çok şükür. Bununla geçsin gitsin diyelim en acı günleriniz, günlerimiz.

Dişin pirinç tanesi gibi büyüyor, ve hatta sanki bir tane daha geliyor. Ve sen ağzındaki tek bir tane, o da yarım pirinç kadar olan dişinle eline ne versek kemirmeye çalışıyorsun, salatalıkları eşeliyorsun, koparttığın bile oluyor, bisküvi ise veremiyorum artık eline. İki diş olduğunda seni tutamayacağız sanırım.

Sen uyudun, benim de aklım boşaldı Kurabiye. E öptüm seni o zaman, kıpır kıpır ayaklarının altından...


10 Haziran 2015 Çarşamba

Üçyüzonuncu gün

Sevgili Kurabiye,

Bugün nispeten güzel bir uyku uyuman yani uyumamız için seni gezdirip, açık havada birkaç kez uyuttuk, bakalım doğru mu ettik. Bu satırlar sen uyurken yazıldığına göre, fena yolda değiliz belki de.

Bir fotoğraf sergisi gezdik bugün. Yani sen gezdin sayılmaz çünkü uyuyordun. Çocuklarla ilgiliydi. Çocuk yaşta olup adam yaşında işleri yapan, anneleriyle sokaklarda yaşayan, çalışan çocukların fotoğraflarıydı. Çok güzellerdi bir kere, önce fotoğraflara vuruldum. Sonra fotoğraftaki çocuklara, sonra ilerledikçe çok acılaştı fotoğraflar, yaralı yüzler, soğukta donan parmaklar, ayakkabı yapan minik eller, çamurdan vazo yapan bacak kadar çocuklar, bir sandöviçi paylaşmak için bakışan gözler, kocaman adama gelin giden, gözündeki kalemi akmış minik kızlar vardı. Sokakta müzik yapan minik çocuklar vardı coşkuyla, yalın ayak zıplayan çocuklar vardı.

Gözüm dolmadı dersem yalan olur, doldu dersem de ne sulugözmüşün beya, diyebilirsin. Ama hep senden ötürü oldu, yanımda sen olunca, o fotoğraftakilerin çocuk yaşı daha bir göründü gözüme. Sokakta görüyorum yoksa bazen benzer çocuklar, ama geçip gidiyorum çoğu zaman. Ama onlar çocuk, çocuk yaşta kocamanlar. Oyun oynamak yerine çalışıyorlar, üşüyorlar, otobanda duran arabaların camına uzanıyorlar bir şeyler satmak için, kız çocuk olanları var onların. Arabanın birinden bir el uzanıp atabilir arabaya her birini. Kır saçlı amcaya gelin giden kırmızı duvaklı kız var gözlerinden akan kalemi gördüğümüz, hayali bu olmasa gerek hiçbirinin. Yüzlerinde isyan, kızgınlık yok hiçbirinin. Hayatı geldiği gibi kabul etmişler gibi, geldiği gibi demesek de isyan etmemişler, anaya babaya, kadere isyan etmemişler, etseler de içlerine gömmüşler gibi. Her yanımız öyle çok acıyla dolu ki çoğu zaman, hem değer bilmek hem el uzatmak istiyor insan elinden geldiğince.

Kabardı yine içimde bir yerler, du bakalım neye varacak. Ben senin bir sürü çocukla beraber büyümeni istiyorum aslında, daha doğrusu ben bir sürü çocukla beraber olmak istiyorum. Hi, Amerika'daki cimcime teyzenin tabiriyle hayalimi deyivermiş oldum bak burada, o bana defterler alıyordu hayallerim için, ben de yazmayıveriyordum oluvermez diye. Ama belki de oluverir, değil mi...

Öptüm seni uyuyan ayak uçlarından. Sergiden bir fotoğrafı ekliyorum, dokunsa da gülümsetiyor insanı.