26 Şubat 2015 Perşembe

İkiyüzyedinci gün

Bu ara yoğunsun Kurabiye. Benimle birlikte, bakıcı kadın ve koşturulacak ev arıyorsun. Gelen bakıcı adaylarını şöyle bir inceliyorsun. Evlere bir göz atıp, oluru varsa gülümsüyor, yoksa uyukluyorsun. Ya da tam tersi, henüz anlayamadığımız için ev de tutamadık.

Sebze çorbasına alıştın, sana her yerden bebek ıspanaklar alıyorum. Gülümsüyorsun çoğu zaman çorbayı içerken. Sen ve önlük ve tüm yüzün de içiyor tabi de, ben gülümsediğimden midir nedir, hm iyi bir şey yapıyorum sanırım bunu içerek diyorsun gibi geliyor. Aslında bu belgesel niteliğindeki çorba içme deneyimini kameraya çekmemiz gerek.

Bakıcı adaylarında, insaflı olma, sana gülümseme, seninle konuşma ve seni Alah korusun düşürmeme kriterleri arıyorum kendimce. Ama sana masal anlatma, sana masal anlattırma işleri nolacak, nasıl yetişeceğim hepsine, Kurabiye çocuğun ormandaki tavşanlar, kuşlar arasından pörtleyen maceralarını nasıl yazacağız. Ya da senin dönenceye saklanmış kırmızı filin oraya nereden geldiğinin hikayesini nereden öğreneceğiz.

Sahil yoluna bir çocuk bu kadar mı yakışır peki anne kucağında, kangurusunda, der misin bana. Her bakan maşallah dese de, ne kadar maşallahlanırsan akşam o kadar huzursuz oluyorsun, biliyor musun. Hep nazara gelecek misin ömür boyu acaba. Nasıl koruyacağız seni kem gözlerden. Peki bir cafeye bunca mı yakışır bir bebek. Manzaraya bakar, yatar yuvarlanır, kahkalar atar. Hele bunları yan masanın göz bebeği birazcık büyük bir oğlan çocuğu varken yapar, masadaki on kadının kafası senin kahkahanla o çocuktan sana döner, tabi o annenin nazarı uyutmaz akşam seni sonra.

Dualarımız aydınlatsın seni olur mu. Tüm çocukların önünü aydınlatsın. Sana dilenen güzel dileklerin hepsi dünyadaki tüm çocukları bulsun, olur mu. Buralarda Judith Lieberman diye beni ne dese büyüleyen bir kadın var, o diyor ki büyük konuşsun herkes. Madem severek, madem aşkla yapıyoruz yaptığımız şeyi, büyük konuşalım o zaman, diyor. Büyük konuşalım Kurabiye. Çok sevdiğimiz şeyler için büyük konuşalım. Sen hep gül, hep huzur bul kollarımızda mesela. Sonra geçen gün gördüğümüz kadın gibi olabilelim bir gün  biz de. Sokakta annesiyle yaşayan kucaktaki bebeği görünce, düşünmeden sarıp öpebilelim, iğrenmeden, çekinmeden, korkmadan. Hayvanları da sevelim, yaşlıları da, çocukları da.

Sen yazmayı sevmesen de benim kadar, keşfetmeyi, merak etmeyi çok sev, olur mu. Dokunmayı, hissetmeyi, doya doya, katıla katıla gülmeyi, şimdi yaptığın gibi canın istedi mi, çok sev olur mu. Zamana, saate, yaşa bakmadan, bir sürü Göğe Bakma Durağı yap kendine, olur mu. Hah şimdi gülme vakti, de. Dur, gül çınlatıp yeri göğü. Bazen minik ayaklarının altının gıdıklanması kadar kolay olsun bu gülümseme, bazen denize bakmak, martı görmek kadar, bazen sevdiğin bir haber, sevdiğinden selam almak kadar kolay olsun.

Naçizane yazımı aynı yoğunluk ve derinlikte malesef bitiremeyeceğim, çünküme TV denen aptal kutusunda kahverengi ceketli, kahverengi papyonlu ve kot pantolonlu iki tip ellerini kollarını sallayarak bir şarkı söylemeye başladılar. Babana yalvardıysam da değiştirmedi kanalı, olan bizim yazımızın sonuna oldu. Ama sen bizi anladın Kurabiye.

Bugün yolda beni gören kadının "pardon, sizin minik bir bebeğiniz var değil mi, kucağınıza takıp geziyorsunuz onunla, geçen gün gördüm çok tatlısınız" dediği gibi, beni meşhur yapmaya devam et. "Evet, o benim oğlum ve biz hep geziyoruz hava elverince" dedirt bana da.

Öptük seni; bakıcı kadın, koşturulacak ev görmüş gözlerinden, armut suyu ve çorba içmiş dudaklarından, bu kışın son iğnelerini yemiş popondan ve kolumda uykuya dalan kollarından...

22 Şubat 2015 Pazar

İkiyüzüçüncü gün

Bugün günlerden Pazar ve sen gerçekten pazara gittin bugün.

A aslında dün geceden almalıyım herhalde. Kendi çapında berbat geçen bir cumartesiden sonra gece hemen hiç uyumadın, ağlayıp bizi uyandırdığın gibi, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi bize ve etrafa baktın. Hani normali gecenin her saati ayakta olmamızmış gibi. Gecenin sabahla kavuşmasını maaile izlemeliymişiz, yoksa mazallah güneş doğamazmış gibi. Arada bağırmak da, ağlamak da, seni alıp bişiler yapmak da istedim sanırım. Bakmıyım da görsün gününü, demiş olabilirim. Tabi yemedin bu numaları, bakmadıkça yükseldi desibelin. İnsanın en tehlikelisi Kurabiyecim, elindeki gücün farkında olanı. İşte sen tam o kıvamdaydın gece boyu. Gün içinde seni görüp "ay ne tatlı" diyen herkese saydık sövdük, nazarı batsın, dedik durduk. Ben babandan göründüm, genelde olduğu gibi. Sonra farkettim ama kendimi, sana kızmamak için ona kızıyordum. O da sessizce anlıyordu durumu, alttan alıyordu beni. Yani özetle canımcım, sen beni uyutmadın, ben de sen misin beni uyutmayan, dedim babanı uyutmadım. Neticede, dün akşam hiçbirimiz uyumadık canımcım.

Neyse, bugüne gelelim. Sen bugün pazar gördün. Bir kere gitmiştin benimle. Bugünkü organik pazar'dı. Az tezgahlı, daha tatlı esnaflı, kese kağıtlı, bebek ıspanaklı bir pazardı. Elimiz kolumuz pazar kese kağıtlarına pek hazırlıklı olmadığından, pırasaları senin kucağına verdik. Zaten senin yemeklerin dışında bi pırasa bir de muz aldık bize sanırım. Muzcu adamdan bahsetmem gerek, tıpkı ıspanakçı adam gibi. Muzcu adam, kötüleri ayırayım ben sizin için dedi, eciş bücüş muzları tek tek ayıkladı, ki pazarda hep açık gözlü olmalısın, onu ordan sokuşturma n'olur, filan demelisin. Bu adamcağız, kendi ayıkladı hafif çarpık olanlarını bile. Hele ıspanakçı adam, senin çorba için ıspanak seçiyordum, yanımdaki kadın, bebeğe yapacaksam minicik olanlardan seçmemi, onların daha güzel olacağını söyledi. Ben de miniciklerden topladım bir demet, bir haftada anca o kadar yersin diye. Adama utana sıkıla verdim, bu kadarcığı tartabilecek misiniz, dedim. Lütfen, dedi, alındı sandım, yani  o kadar hassas tartınız var mı, diye devam ettim. Meğerse adam senin için hediye ediyormuş ıspanakları bize. Yani hayatımda ilk defa, bir pazarcı bana hediye etti almak istediğim sebzeyi. Yoksa İstanbul, senin yaşaman için güzel bir yer olabilir mi, yok yok emin olmayalım hemen. Bizim minibüscelerimiz adam döver, kız keser. Trafiğimiz ömür törpüler, Yalancımız dolancımız çoktur. Temkinli olmak gerekir.

Sonra çay bahçesi aradık sahilde, kaldırmışlar gibi hepsini. Balıkçı amcaların dükkanından rica ettik iki kap çay, verdiler sağolsunlar. Sen dünün uykusuzluğuya her köşe başında uyudun. Denizi, şilebimsileri pek görmedin. Biz seni tuttuk tuttuk çektik yine de.

Yarın ev bakma günü seninle, iyi dinlen bu akşam, yarın yardım edeceksin, akıl vereceksin bana. Koşturacağın evi seçmeye çalışacağız birlikte.

Öptük korkarak, şimdilik uyuyan inşallah gece boyu da güzelce uyuyacak yanaklarından...

19 Şubat 2015 Perşembe

İkiyüzüncü gün

Yavrumcum, bugünkü huzursuzluğun bundanmış baksana. Bugün, bu dünyaya gelişininin ikiyüzüncü günüymüş, erken farkına varsak, o içmediğin çorbaya mum filan diker, bişi yapardık.

Bugün berbat karlı idi hava, kar ve soğuk ve kış seven tüm insanlara saydım sövdüm, bizim sokağa girmeye tenezzül etmeyen belediyeyi andım, babanın hakkatten su geçirmeyen ayakkabılarına şaşıp, emin olmak için şap şap karlara, buzlara girdim onunla. Evet, sana elma ve havuç ve kereviz almak için pazara gittim bugün. Elmanın tam 5 TL- sen bunu okurken 5 TL de nesi diyebilirsin belki ama, hava böyle karlı buzlu değilken elma buralarda taş çatlasa 3 TL yavrum- olduğu pazarda sana meyve seçtim. Normalde her şeyden birer kilo alırken, artık evde bir artıbir durumumuz olduğunu daha çok hissediyorum Kurabiye. İki değilse de, birbuçuk kilo geliyor aldıklarım, adamlar homur homur sayıp ikiye tamamlıyor onu da. Adam oldun Kurabiye.

Çorbanı içmedin bugün, birkaç kez minik çaplı sinir krizine girdim, içmediğin çorbanın içinde seni yüzdürmekle tehdit ettim, oralı olmadın, çorbanı ağzına burnuna ve bluzune bulaştırdım ben de, yani sıvadım seni de diyebiliriz. Sonra baban aldı kurtardı seni.

Akşama kadar bir huzursuzluğun vardı, e benim de gerginliğim, muayyen günüm, soğuğum, yağlı saçlarım ve uykusuzluğum vardı. Ama n'oldu akşam yemekten sonra, arka fonda dayının uzaklardan yolladığı sakin bir müzik varken, ben seninle dans ederken, kollarımda uyudun. O ağırlığın gitti belimizi ağrıtan, sıcacık sıcaklığın kaldı kollarımın arasında, şarkılarca tuttum seni öylece. Etraf bomboşmuş gibi, yıldızlar ve biz varmışız gibi, koca pistte herkes bize bakıyormuş gibi.

Senden bir söz istiyorum tutamasan da. Ben yaşlanıp iki büklüm olunca da, sen bizi ziyarete geldiğinde, hanımın, çocuğun, eşin dostun ya da tek tabanca kendinle, işten güçten yorulmuş, bitmiş olsan da, kravatlı bir yumurta çocuk olsan da, gelip bir dans edicen benimle, olur mu. Seni beni sakinleştirecek bu dans, olur mu. Çocukken de çok severdin diyeceğim ben de, olur mu. Hiç konuşmadan, onu bunu eğri doğru muhasebe etmeden, kızgınlıkları, kavgaları, heyecanları, hırsları her şeyleri masada bırakıp bir şarkı dans edicez ana oğul, olur mu. Olur de, olur mu.

Öptüm seni uyuyan pembe yanaklarından...

18 Şubat 2015 Çarşamba

Yüzdoksandokuzuncu gün

Bugün yılın karı yağıyor buralara Kurabiye. Sana baktırmaya çalıştım camdan ama, pek oralı olmadın. Kucaktır, elmadır, süttür iyi böyle dedin, ellemedim çok.

Karşı apartmanın bahçesindeki çam ağacı, üzerindeki karları taşımaya dayanamadı kırıldı, yola düştü parçaları.

Sen mi naptın, sen elma yemek istemediğinde ağzını kapatmayı öğrenmiştin dün, ama gülünce açılıveriyor ağzın, sokuşturuyorum ben de. Bugün gülecek gibi olsan da dudaklarını büzerek gülmesini öğrenmişin, ben güldüm kocaman, ama zafer yine elmanın oldu, üzgünüm.

Öptüm ağlayan yanaklarından seni..

17 Şubat 2015 Salı

Yüzdoksansekizinci gün

Bakalım bugün neler oldu, bugün mercimek çorbası kıvamından şehriye çorbası kıvamına geçtik, doktor dedi olur bu iş, sen bayıldın zeytinyağının ağzında bıraktığı izlere. Katılar bize kalsın bir süre n'apalım Kurabiye.

Sonra, gıdıklandığını öğrendik bugün boynundan. Bunu buraya açık seçik yazsam da, saçlarım daha da ağırıp kızlar kapında yatarken inşallah, demicem onlara. Arasınlar bulsunlar kendileri, nasıl memnun ederim bu çocuğu diye didinip dursunlar. Bunca kolay olsun ama bulmak da bunca zor olsun. Erkek annesi olmayı gitgide daha çok seviyor olabilir miyim, senin aracılığınla biz kadınlardan, ya da siz erkeklerden intikam falan mı alıyorum, n'apıyorum bilmiyorum.

Sen kahkaha atmaya, kangrudan etrafa bakmaya, dans etmeye devam et Kurabiye...

16 Şubat 2015 Pazartesi

Yüzdoksanyedinci gün

Birikmiş olan bitenler. Bebek adımıyla yavaş iki günken, Kurabiye adımıyla olmuş mühim şeyler var, not düşmek gerek geç de olsa.

Kurabiye bu hafta sonu ilk defa çorba ile tanıştı, tabi anne heyecandan çorbayı ilk gün bildiğin beton kıvamında yaptığından, Kurabiye çok istese de, bana inansa güvense de, bu iyi bir şey olsa gerek, yenilse içilse gerek, dese de içemedi, yiyemedi, tabi anne yine de tıkıştırdı. Panikle doktora ağladı, sulandırın, alışır, cevabını aldı. Nelere alışmıyoruz ki Kurabiye. Yoksa hayatın boyunca patates ve havuçtan nefret edecek olsan, dalga geçtiğimiz babandan daha da zor olur yemek seçimlerin, aç kalırsın sokaklarda vallahi...

Neyse, ikinci gün her şey daha güzeldi, çorba çorba gibiydi, Kurabiye de saygı ve sevgiyle karşılık verdi duruma, bir ileri iki geri şeklinde de olsa içti çorbasını. Anne geliştirdi kendini, ağızdan geri çıkan, süzülen çorbayı dökmeden kaşığa geri alıp hop ağzına sokabiliyor artık, yani neredeyse artık. Olsundu, önlükler, bezler bir tur yıkanabilirdi, yeter ki şu tatsız tuzsuz çorba bi içilsin, sevilsin ki gerisi gelsin. Ne diyor ananen hep, aza tamah etmeyen çoğu bulamaz. Anan tamah etti mi aza, açıkcası hemen hiç etmedi. Hep daha istedi, üzüldü, aklı kaldı, canı yandı, ama hiç tamah etmedi. İyi mi dersen bilemem, çorbadan nerelere geldim Allahım. Bir de bilsen, yazabilmek için aklımdan geçenleri elediğimi, uçuşan deli deli fikirlerden seçim yaptığımı. Benim de işim zor Kurabiye. Fonda dayının uzaklardan yolladığı Portolu Fado müzikleri çalarken, ocakta akşam için yemek pişerken, sen içeride tilki uykusu uyurken, her an uyanabilir derken, yazmak, yazmaya çalışmak.

Neden mi yazıyorum o zaman, yazmak iyi ediyor beni. Bilsen daha neler yazıyorum, ama en düzenli, en özenli seni yazıyorum Kurabiye.

Ne diyorduk, çorba. Evet çorba. Sonra yarım elmadan tam elmaya terfi ettin dün bugün. İştahını annenden aldığını düşünüyoruz, baban yemekle benim arama giremeyeceğini söylüyor zaman zaman, ya da şu meşhur açken sen sen değilsin reklamının benim için yapıldığını düşünüyoruz bazen. Hani sen de bazen o hesap oluyorsun. Bir biz kahvaltı yaparken içimizi eziyorsun. Seni sofraya getiriyoruz paşa koltuğunla. Biz gününe göre peynirler, ballar, reçeller, yumurtalar, pastırmalar götürürken, sen son derece ciddiyetle çatala, kaşığa, ağzımıza sokuşumuza ve suratımıza yerleşen huzura bakıyorsun. Senin sadece süt içip durmanda bir terslik olduğunu düşünüyorsun, ama söyleyemiyorsun. Ben kendimi temize çekmeye çalışıyorum sana, "sana süt olsun diye yiyorum annecim" diyorum, sanırım yemiyorsun.

Laf çok uzamış yine, diğer mühim gelişme, dün akşam ilk defa seninle yemeğe gitmemiz oldu Kurabiye. Annen çok özlediği mezelerden yedi. Sen bu zorlu sınavda heyecanımızı aldın, sakin sakin bekledin bizi.

A bir gelişmemiz daha var, annen hafta sonu ilk şarabını içti, e içsin artık değil mi. Korku içindeydim tabi sana nolacak diye, en kötü çok uyur dedik, ama sen sarhoş oldun sanırsak Kurabiye. Gecenin çeşitli saatlerinde, sabaha karşılarında, naralar atarak seslendin bize, uykuda çıkan o kontrolsüz sesinle. Bir daha yok bir damla bile alkol sana bana. Zaten hep derim, alkol tüm kötülüklerin anası.

Öptüm seni öğle uykundan Kurabiye...

13 Şubat 2015 Cuma

Yüzdoksandördüncü gün

Bana ütü yaptırdıktan sonra Mozart CDsi aldıran adam seni. Hakkaten seviyormuşunuz klasik müziği ve hakkaten iyi geliyormuş insana dinlerken, ev çınlıyor seslerle şu an Kurabiye.

A tabi bir de Şirinler DVDsi aldım, bir büyü, iki ödevin var artık. Alice ve Şirinler izlenecek çocuk, oturcaz birlikte izlicez, anneni büyüten efsane çizgi filmler, memelerim hatrına, kakaların hatrına izlenecek, emi. Hem sana bir sır vericem sonra ben, Şirin'lerin aslında minicik yaratıklar olduğunu, o mantar evlerin bildiğin mantar boyutunda ev olduğunu, kötü Gargamel'in kedisinin dev değil, bildiğin kedi olduğunu annen çok geç anladı dicem. Ama önce bir izleyelim.

Öptüm seni uykunu almış yanaklarından güzel çocuk...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Yüzdoksanıncı gün

Çok uyusan neden çok uyudun, az uyusan neden az uyudun diyorum. İşim gücüm sen olmuşsun, kaka az olsa neden az, çok olsa hep böyle mi olacak. Sütü az içsen küçük mü kalacak, çok içsen bu süt yaramıyor mu, su mu hepsi, doymuyor mu. Dünyamız küçücükken bile her işten nem kapmak mümkün bak, özellikle kadınlar ve analar için sanırım. Bir de senin konuşamayan hallerin yüzünden.

Ama sonra bir gülümsüyorsun ben bu aptalca şeyleri düşünürken, gülüyor işte salak kadın, diyorum. Mutsuz insan güler mi, diyorum, canı yanan derdi olan güler mi diyorum. Hem de o gülmek öyle böyle değil, gözlerimle göz göze gelmeye çalışıp, yakalar yakalamaz mest olan bir gülme. Hayatındaki tek kadın benmişim gibi. Sana bir bakmam seni eritmiş gibi. Yani babanla sık sık dillendirdiğimiz gibi, büyüyüp ayrı eve çıkmayacakmışsın gibi, anne ben onu seviyorum üzerime gelme nolur demeyecekmişsin gibi, ya da anne yine başlama demeyecekmişsin gibi. Hiç büyümeyecekmişsin gibi, ben hiç yaşlanmayacakmışım gibi.

Sol bileğim ağrımaya başladı, sanırım ağır geldin biraz, ya da dengesiz tuttum seni. Ya daha çok ağrır ve seni o kolumla kaldıramazsam, diye endişe ediyorum. Endişem dokunuyor sonra bana, bir başkası yapsa bunu, hayvan herif onu öyle kaldırınca böyle oldum işte derdim herhalde, değil mi.

Ağlaman da, gülmen de, uyuman da, sabaha karşı beşte uyumayıp kocaman gülümsemen de dokunuyor Kurabiye. O dalga geçtikleri lohusa kafası geçemedi gitti bende sanırım. Bir kardeşin olsa ileride, daha hazırlıklı olur muyum bilmiyorum. Ama sen her halinle beni duygudan duyguya sürüklüyorsun, onu biliyorum. Tanıdığım tüm erkeklerin toplamı gibisin sanki, öpmesi, sarması ayrı güzelsin.

Elma suyu içerken gözümün içine bakıp, iyi bir şey yapıyorum, değil mi anne der gibisin, ama bak bu son kaşığı içmeyeceğim nolur ısrar etme, der gibisin. Ama sana dedim, demedim mi, kaşığa vurur deviririm demedim mi, der gibisin.

Her yan havuç lekesi, elma lekesi olsun güzel çocuk. Sen kaşığın sapını elimin üzerinden tut, kendine doğru çek yine, anne bak oluyor mu de. Ben ağlar ama sonra gülerim.

Öptüm seni rüyalı uykularından..

7 Şubat 2015 Cumartesi

Yüzseksensekizinci gün

Bugün sana masallı, şarkılı bir şeyler anlatacağım Kurabiye.

Dün, iki tatlı insanın düzenlediği, masallı, konuşmalı bir geceye katıldım. Masal dünyasıyla ilk resmi tanışmam, yine bu tatlı insanlarla ve yaklaşık bir yıl önceydi, yani sen henüz karnımda bile değilken, ama ben masallar, çocuklar, düşler ve oyunlar için içimde kıpırtılar hissederken. Ve ben hala bir ofiste çalışırken. Dün gece olan biteni seyrederken, dinlerken hep o zamanları hatırladım, oradan başlayacağım.

Masalcı abla yine aynı yere çekmeye çalıştı bizi, yaratıcı olmak için kendinizi, içinizi bırakın, bırakın aksın, dedi. Bilincinizi kapatın, dedi, bırakın içiniz söylesin, siz dinleyin, dedi. Geçen defa bunları dinlerken, bir yandan bu dünyadan bunca uzak olduğum için canım acıyordu biraz, çalışmak insanın iç gözünü kapamasa da kısıyor sanki, ya da ben bilemedim dengesini, sen bilirsin umarım kolaylıkla, güzellikle.

Bu defa, sana da bir gün anlatabilmek, anlatmadan önce de bir şekilde hissettirebilmek için dinledim hepsini, ikimiz için dinledim yani. Garip bir sıcaklıkla, garip çünkü çoğu zaman senin benden yıllarla küçük bir çocuk olduğunu unutuyorum. Hm bunu Kurabiye'ye demeliyim, yapmalıyım diyorum. Ay ne şirin şey, dediklerinde sokakta, ayıyorum bazen duruma, ha o mu evet, benim arkadaş o, diyorum.

Ne diyorduk, anda olmaktan bahsetti yine masalcı abla,hepimiz yanımızda bir şeyler getirdik, bizim için anlamlı bişiler. Hepimiz bir bir anlattık hikayelerimizi sonra o şeyle ilgili. Ve ben gördüm ki, bir sürü güzel düş bahçeli insan var etrafta, seçilmiş de biraraya gelmiş gibi. Ya da hepimizde var bu bahçelerden, ama görmemize yardım edecek bir el gerekiyor bazen. Seninle de oynamak istiyorum bu şeyli oyunlardan biraz daha vakit geçince.

Ben senli bir şey götürdüm doğal olarak geceye, çünkü bu aralar en çok sen varsın günümde gecemde, başka ne götürsem, sana ayıp olacaktı biraz.

Masal anlattı sonra abla bize, bir sürü yetişkin adama, kadına tuttu masal anlattı yine. Şarkısına eşlik ettik, n'oldu o zaman biliyor musun, masalın içine girdik, ve masal dönüştü o zaman, başka bir şey oldu. Bunu da yapalım seninle olur mu, masal bulup, masal yapıp, içine girelim, bakalım nerelere götürüyor, nelere dönüştürüyor bizi. Kaç masal adam edecek bakalım içimizi.

Öptüm uyuyan yanakların, artık yavaş yavaş bizi saran avuç içlerinden...

5 Şubat 2015 Perşembe

Yüzseksenaltıncı gün

Bugün ilk fotoğrafla gelecek, belki de günlüğün tek ya da hadi en baba fotoğrafı olur. Çok benzeri-tabi o günün ahval ve şeraiti ile- benim annemle benim için de var, hala durur bende Kurabiye. O fotoğrafta kendimden çok, ben kucakta eciş bücüş bir şeyim, annemin yani senin ananenin yüzündeki sevince, huzura ve fotoğrafı çeken babamın yani senin dedenin fotoğrafa vuran gölgesine vurgunum. Bana sorarsan, senle benim de kare asımız oldu bugünkü fotoğraf.

Sahile indik seninle, yine öyle anlayışlı uyumluydun ki, caddenin kalabalığından, en sevdiğim ucuz yemek olan kıymalı kır pidesi ve ayran ikilisini almamıza izin verdin, sahilde bankta yememe izin verdin, sonra denizi gördüm, sen de gör istedim. Martılara ve denize baktık seninle, bir şeyler söyledin onlara. Biz bunu çok seviyoruz bak, dedim sana, denizi sevmeni çok isterim. Banyo yaptığın küvetin kocamanı gibi düşün bir nevi. Sonra sahile bir abla geldi, denize doğru oturdu. Rica etmeliydim ona, böldüm gününün belki de en güzel keyfini. Pardon bizi çekebilir misiniz, dedim. Belki de büyüdüğünde burada deniz olmayacak, görsün bu hallerini, hatırlasın, dedim. Sesim titredi sonra yine, bu hormonlar ya da ne bileyim neler, mahvediyor bazen tüm ciddiyetimi. Seni, senin geleceğini düşündükçe bazen çok kolay doluyor gözüm.

Sonra banka geri döndük, bi şarkı dolandı dilime, onu açtım dinledik. Şarkıyı buraya koysam bile kalkar sen okuyana kadar, iyisi mi sözlerini de yazayım:

Senin küçük bir elvedan böyle büyük bir aşkı bitirebilir mi,
Ne sanıyorsun.
Bazen Kanlıca sahili, bazen yalnız Kızkulesi
Yani sen İstanbul'sun...
Senin küçük bir elvedan böyle büyük bir aşkı bitirebilir mi,
Ne sanıyorsun.
Bazen bir kaldırım taşı, bazen bir sokak çalgıcısı
Yani sen İstanbul'sun...



Bugün babaanne elini tuttu pazar girişinde senin, ev bakmaya gittik seninle, emlakçılar, ev sahipleri sevdi hep seni.

Varlığın hep ışık olsun bizlere, herkes sebeplensin senden, bugün gelen kırmızı saçlı teyzen gibi, herkes sana baktıkça daha bir gülümsesin, ışık hem seni, hem bizi aydınlatsın...


2 Şubat 2015 Pazartesi

Yüzseksenüçüncü gün

Günün benden başka pek kimselere bir anlam ifade etmeyecek özetini sunuyorum Kurabiyecim.

Burnum silmekten kızarmış bir halde, çok teknolojik bir kadın olduğum için maaşım yatan bankanın e-şifresini ikinci kez bloke etmem, seni kangruya atıp saat 16:30 da bankaya gitmemiz, işlemimizi beklerken, bizimle ilgilenen bayana -ne ara o samimiyeti hissettiysem kendisiyle artık- sizin de göğüsleriniz ağrıyor mu, ne iyi gelir acaba, demeyi düşünmem. Sonra kadının bana seslendiğini duymam, "altı haneli mi gelen şifre" anlamam, ama onun "kaç aylık bebek" diyor olması...

Gün boyu senfonik bir ezgi olarak bana ve yağmura ve uğuldayan kulaklarıma eşlik eden ağlama sesini kaydetmem, tekrar dinlemek isterken, hep yanımda olduğun için bir an seni unutmam, ve senin kendi sesini duyunca, ha tabi ya, ben ağlıyordum de mi, diyerek yeniden ağlamaya başlaman.

Şimdi uyuman, ama beni her an uyanabilirsin diye korku kaplaması. Sonra bir arkadaşın senin hayırsız bir oğlan olacağını hatırlatması...

Sen yine de güzel uyu, güzel büyü Kurabiye.