29 Nisan 2015 Çarşamba

İkiyüzaltmışdokuzuncu gün

Garip bir gündü Kurabiyecik. Not düşülmeyi hak eden cinstendi öte yandan, o yüzden yazacağım.

Bugün seni boktan bir vazgalın üzerinden arabanla geçirirken, tepetaklak düşürüyordum Kurabiye. Bacaklarımdaki morluktan o an ne kadar kasıldığımı anlıyorum. Normalde son derece işlek olan o yol, o anda bomboştu. Ve hatta kimse görmedi bile bizi. Her zamanki halinde olsaydı sokak, çok kötü şeyler olabilirdi. Bunları yazamayabilirdim, sen ben ya da sen ya da ben olmayabilirdik. Sen uyuyordun ve çok şükür ki kemerinden bağlıydın arabaya. Benim kafamda onlarca saçma yerli yersiz düşünce vardı, besbelli seni o an unutmuş, bir an önce eve varalım istiyordum en fazla ikimiz için.

Dünyanın ters dönmesi, benim korkudan tutulmam, hayır diye bağırmam, ne nereye nasıl düşersen kafanın altına elimi kolumu koymam gerekeceğini düşünmem çok kısa bir zaman dilimi içinde oldu. Ne miydi almam gereken mesaj, senin bir oğlun var dedi Allah baba bana. Senin şu an dört gözünle ilgilenmen gereken bir oğlun var, dedi. Verdiğim gibi almasını da bilirim, dedi.

Kısa bir süre önce senin çalındığını gördüğüm rüyayla eş mi bu olanlar. Ne diyor içim dışım bana, desene sen de bir. Çalındığını sandığımda, inek sütü verecekler ona, içemez ki emzirmem gerek, sağıp versem mi onlara süt, gibi rüya olmasına yaslayabileceğimiz saçmalıkta şeyler düşünmüştüm. Sonra bulmuştum seni bir hastanede. Sen misin emin olmak için de- onlarca çocuk arasında olsan seni tanıyamam düşüncesinden kurtulamıyorum nedense, manyak olabilir miyim annecim, evet biraz manyağım- seni banyoya ışığa götürüyorum, hı hı bizim oğlan diyorum. Sonra şakaklarında soğuk damga gibi bir şeyle "Caution" yazıldığını görüyorum, seni çalanlar bana uyarıda bulunmuşlar, akıllı ol demişler gibi. Bu da verdiği gibi almasını da bilecek Allahın bir başka hali mi. Senle ilgili nasıl manyak düşüncelerim var ki, bunlar oluyor. Belki de seninle ilgisi yok, benimle ilgisi var. Otuzbeşim ağır geliyor diyorum ya, kendi muhasebelerime çok dalıp sonra kendimi sana karşı suçlu hissediyorum belki de. Belki hepsi bu garip suçluluk duygusundan ileri geliyor.

Ve hala sorsan bana annelik nasıl bir şey diye, bilmiyorum Kurabiye. Vallahi billahi bilmiyorum, şahsi bir şey herhalde son derece.

Sen benden çok yaşa, çok gör, çok sev, çok şaşır emi güzel oğlan...

26 Nisan 2015 Pazar

İkiyüzaltmışaltıncı gün

Sevgili Kurabiye,

Arayı açmış yine anne, doğumgünüm demiş, sonra es geçmiş. Aslında öyle değil. Ananen deden geldi gitti seni görmeye. Mest oldun sen. Seni kavrayan, saran ellere kollara hayransın sanırım. Senden kocaman parmakları incelemek çok hoşuna gidiyor besbelli. Seni saran da mutlu oluyor, sen de keyifleniyorsun, ne güzel.

Korkutucu bir gerçeği öğrendik biz de dün, bir çocuğun istediği şeyi nasıl satın aldırabileceğini öğrendik. Yeni mama sandalyesi aldık sana, asıl niyetimiz almak değil, bakmaktı önden. Bir ara seni oturttuk üzerine, öyle kocaman gülümsedin, elini kolunu çırptın ki, hemencecik alındı sana aynısı, dedenin hediyesi oldu. Babanla acı bir yutkunduk o an yine de, ne kolay aldırdı, dedik. İstiyorum bana ne, diyerek ağlayan bir çocuktan çok daha etkiliydi bu halin; ona hazırlıklıydık halbuki, eğitecektik çocuğu falan filan. Ama o kocaman gülüşüne, elden gelen her şey alınmaz mı, hani alınmasa iyi olur tabi de, nasıl önünde duracağız bu gülüşün. Beklemediğimiz yerden vurdun bizi, çalışacağız bu konuya.

Zor daldığın uykun, rahatlık ferahlık versin sana, güzel rüyalar gördürsün.

Öptük Kurabiye...


21 Nisan 2015 Salı

İkiyüzaltmışbirinci gün

Bugün ben doğdum Kurabiye. Bugünden en çok bunu bilmen, hatırlaman gerek, seninle çok yakından ilgisi var çünkü. Bugün sabah servisi kaçırdım işe gitmek için, bilerek isteyerek oldu biraz.

Dün akşam felekten bir gece çaldım, seni babana emanet ettim, yemekleri yedirir babası, sonra da uyutur dedim. Ben gezdim, dolaştım, eğlendim. Sen yememişsin halbuki, uyumamışsın da saatlerce. Baban da aramamış beni, kırk yılda bir haytalığım tuttu diye. O meme gelecek buraya, demişsin, bayrak dikmişsin tam oraya. Babanın kolunu morartmışsın, sonra uyuyakalmışsın.

İşte bu sabah da erken kalktın benden hesap sormak için, neredeydin bütün gece, demek için. Hakkındı, bağırıp çağıracağına gülümsedin yine tüm yüzünle, eridim ben de. Servisi yakalamak mı, beş dakikayı ellerin beni kavramaya çalışır, gözlerin kocaman gülerken geçirmek mi, dedim. Kaçsın nereye kadar kaçacaksa, dedim. Sardım, sevdim seni. Sonra dualarla Hayat abla'ya emanet ettim.

Yokuş aşağı yürüdüm hafif esintide, düşündüm, otuzbeşimi. Babanın dün akşam mumlar diktiği pastayı, bana aldığı hediyeleri-en sevdiğim kitabın en güzel baskısını almış, sana not yazıp saklamam için-, altımdaki kotu, ayağımdaki spor ayakkabıyı, vermedikleri müdürlüğümü, boynumdaki şalı ve perçem olup önüme düşen, gözüme giren beyazlamış buklelerimi düşündüm, fırında durdum, sen sıcak bir açmayı hakettin, dedim. Ağır geldi biraz otuzbeşim, ama dedim, daha güçlü, daha kalabalık, daha dayanıklı hissediyorum dedim. İlk defa kendimden çok, biri için, bir şey için yaşıyorum, dedim. Kalabalık hissettim Kurabiye, "nice yıllara" dediklerinde iki ses olup teşekkür edecekmiş gibi. Sarılıp öpseler, iki yanak uzatacakmışız gibi, kalabalık yaptın Kurabiye beni. Rüzgarlar esse oradan buradan, pek de kolay yıkılmaz yaptın sanki. Aylar önceki taksicinin dediği gibi, bir anlamı mı var yoksa hayatın artık birazcık daha, ben her şeyin yanında, her şeyin üzerine bir de anne miyim bir Kurabiye için. Beyazlayan saçlarıma daha mı bir yakışıyor bu hal?

Kaideleri olan bir Kurabiye annesi miyim ben, ben gelmeden yemek yemeyen, bacak kadar boyuyla dağ kadar güçlü, rüzgar bükücü kadar efsunlu bir Kurabiye annesi miyim ben. Bugün de babaanneye bıraktık azıcık seni, onun da elinden içmemişsin çorbayı, ve mosmor etmişsin kolunu. Bana mı tüm kızgınlığın, biliyor musun karşında un ufak olduğumu, senden korktuğumu biliyor musun Kurabiye. Yaş almam, hep sana daha çok tutunabilmek için mi, sen korktuğunda yanında korkmadan durabilmek için mi, akşamları seni yanımda istiyorum diye bas bas bağırdığında, o zaman orada olacağım, demem için mi hepsi? Açlıktan sızacağımı bilsem yemeyeceğim, o memeyi bana getireceksin deyişindeki kaide için mi yaş alıyorum ben, bu kadar mı hayranım sana ve bu kadar mı un ufağım karşında. Otuzbeş mi dokundu, senli ilk yaşım mı dokundu. Senden önce ve senden sonra diye mi bölünüyor yolum, yoksa otuzbeşten önce ve sonra diye mi.

Babaannen adını işletmiş bir çanta üzerine, adın yazılı kurabiyeler yaptırmış senin için. Bilmiş Kurabiye çocuk olduğunu, annesinin kurabiyesi diye seviyorsun onu sen, dedi bana. Çantanın içine sığıyorsun şu an sen, sardım sarmaladım içinde seni. Zaman dursun istedim sen oradayken.

Büyüyüp çekip gideceksin Kurabiye, her birimiz gibi. Ben seninle bir kat daha büyüdüğümle kalacağım, şaşırdığımla, seni sardığımla. Otuzbeşim bana, ilk yaşın sana yakışssın annem. Sen ömür boyu neyi istiyorsan en çok, onu sana vermemiz, önüne sermemiz nasip olsun...

18 Nisan 2015 Cumartesi

İkiyüzellisekizinci gün

Ada motoruna bindin Kurabiye bugün. Lodosa rağmen, babaanneye rağmen motora bindin. Aslında lodosu yeterince ciddiye alsaydık sanırım binmezdin, çünkü o yol hem uzadı, hem de katbekat ağırlaştı zihnimizde.

Can yeleklerini ilk defa gördüm, üst raflara koyuyorlarmış. Motordaki diğer bebekleri ilk kez saydım, benimkini alın nolur dediğimde kaç cankurtaran abi bizimle ilgilenir tahmin etmek için. Seni anakucağında mı bırakmalıyım, yoksa kucağıma mı almalıyım diye düşündüm, ana kucağına alıcı gözle baktım suda batar mı çıkar mı, diye. Yüzer bu, dedim. Kurabiye de kilitli kalsın, ben su üstünde yüzen bir ana kucağı görünce anlarım, dedim. Su soğuktur, serinkanlı bir şekilde eldeki tüm kıyafet ve battaniyeleri sarmalı mıyım, dedim. Yok dedim sonra, ıslanınca ağırlaşır onlar, Kurabiye'yi tutup kaldırmama mani olur dedim. Sonra devam ettim düşünmeye, en kötü nolur dedim, adını bağırırım dedim Gezi'de gözaltına alınanların bağırdığı gibi. Bana bir şey olur sen kurtulursan, kim olduğunu, kime haber vereceklerini bilsinler, diye.  Baban da kendi milyon türlü senaryosuyla birlikte, bana sayıyormuş içinden. Hep bu kadının gezme tozma merakı yüzünden oldu, bi çıkalım şunun içinden, topuklarından bağlıcam eve bu kadını, diyormuş. Çok şükür adaya vardık sonra, lodos da kesildi, biz de film senaryolarımızı katladık rafına koyduk diyelim.

Çok sevdin bence adayı, ilk muzunu orada yedin hem. İlk faytonunu görüp, ilk kez at boku kokusunu duydun. 

Sesler çıkarmaya başladın uzun uzun sonra, sesini keşfedecek demişti doktor abla geçen. Yemek yerken, lokmanı bitirip koroya bağlıyorsun, arada kaşık gelince ağzına, hüp yutup, ses çalışmasına ara verip, sonra kaldığın yerden devam ediyorsun.

Senden önceki göz ağrımızı -eh sen ilk olmuyorsun sanki, ama kendi çapında ilksin tabi- gördün bir de. Kedimizi ziyarete gittik, babanı tanımadı, bu devirde babanı tanımıcan derler ya, kedi anlamış mesajı. Tanımasa neyse, tırmaladı bildiğin, artık üzerime nasıl gül koklarsın mı dedi, sen kimsin bu evde ne işin var mı dedi, orası meçhul. Kedicik aylarca bana nasıl davrandıysa ve baban kıskıs güldüyse, bugün ona öyle davrandı. Etme bulma dünyası, annecim. Ay neyse, baban okuyor bizi, çok üzüldüm onu tırmalamasına, tanımamasına aslında. Yani çok.

Sonra, sen bana bugün bir başka türlü baktın, daha çok tanıyarak, bilerek, bir şeyler demek isteyerek, hani bana mecburmuşsun, ben de sana ondan bakıyormuşum gibi değil-tanrım neler diyorum- böyle beni seçmişsin, sevmişsin de her şey ondanmış gibi. Bayıldım bayıldım, bakalım kalıcı mı, bana mı öyle geldi yoksa bu bizi bekleyen yepyeni hal mi, öyleyse bayıldım.

Öptüm seni deniz tutan başımla mis kokan yanaklarından....

16 Nisan 2015 Perşembe

İkiyüzellialtıncı gün

Oy kurabiyelerin kurabiyesi. Neler oldu yazmayalı. Önce baban hasta oldu, sonra ben hasta oldum, sonra Hayat abla hasta oldu, sonra ben yine hasta oldum, sonra da sen hasta olur gibi olup kustun. Şu mikrop denen illeti görüp iki kaşının ortasından vurmak istedik çok vahşetten saymazsan bu beyanatları. Böylelikle geçti gitti inşallah diyelim. Kurabiye bida kusmaz, bida ishal olmaz diyelim, en azından öyle sanalım, olur mu.

Anne hastalıktan işe gidemedi bugün, a biraz geri sarmam gerek tabi önce. Anne işe başladı ve gördü ki Kurabiye, çalışmak pek kötü bir şeymiş annem. Sana bakmak yorucu olsa da pek keyifliymiş görece. Bunca ay uzak kalınca çalışma ortamından, insan ilkin mimikleri, konuşma şekillerini ve fiziksel görünümleri anımsıyormuş, ha bir de ifade şekillerini tabi, itinayla iğnelemeleri, hırslı konuşmaları, onyüzbin milyon anlamlı şakalaşmaları. Bunların başka işi gücü yok mu diyormuşsun bazen, bu kadar kızacak ya da bu kadar sevecek ne var ki bunları, diyesi geliyormuş insanın. Adapte olunca farkına bile varmayacak belki insan bu gördüklerinin, sandıklarının. Bir yanım adapte olmayı hiç istemiyor ondan, seni ve evi hatırlatmaya çalışıyorum kendime, bir şeyler gözüme fazla batar gibi olursa oralarda. Senin varlığın daha bir güzel geliyor, günlük hayat denilen şeyi daha çekilir kılan şeylerden biri, en başta geleni belki de.

Her çocuk bundan mı yapılır, ya da her çocuğu olan böyle mi düşünür acaba. Herkesin bir derdi, bir şikayeti, hadi en nazik ifadesiyle bir hayali ama hayal derken pek iyi manada değil bu, elindekinden bir memnuniyetsizliği, uzaktaki ciğere bir iç geçirmesi var. Hep mi vardı bunlar, belki vardı, ama şimdi en azından şu ara, bir başka türlü görünüyor gözüme. Sana süt sağmaya iniyorum sonra, orada yalnızken yüksek sesle seninle konuşuyorum karşımdaymışsın gibi, seninle konuştuğumuz dilde sesleniyorum sana, şarkılar söylüyorum gülümseyerek, tıpkı sen hastanedeyken sağdığım sütler gibi. Aslında basılmış fotoğrafını götürmem gerek herhalde oralara. Ya da telefonda ses verir hale gelmelisin ki, sizi aradığımda sen de bir şeyler de bana.

Para diye çirkin bir şey var Kurabiye, her şey onun başının altından çıkıyor. Senin görevin, tabi eğer kabul edersen, onun olmadığı bir hayat kurma ya da en azından hayali kurma olsun annem.

İyi uykular, güzel rüyalar, bol gülücükler ve ann-neeee deyişler bezelye tanesi...  

12 Nisan 2015 Pazar

İkiyüzelliikinci gün

Dün çok korkuttun Kurabiye bizi. Sanırız ilk defa hasta oldun ve biz seni haliyle ilk defa acil'e götürdük gece vakti. Ama gülümsemen eksik olmadı, acil ise senin gibi miniklerle doluydu. Her yan salgın olmuş, ishaller kusmalara, ateşlere karışmış. Ucuz atlattık diyerek geçirelim istiyoruz, halen tam atlatamadın aslında, ama sen gülümsedikçe biz her şey on numara sanıyoruz. Doktorunla durumunu yazışırken, sürekli belirtiyorum; bidi bidi ama keyfi yerinde çok şükür, gibi. Büyük insan sanıyorum seni, bizim canımız yanıyorsa suratımız da atar, senin atmıyorsa demek ki canın yanmıyor diyorum. Doğru mu yapıyorum Kurabiye?

Oturmayı beceremesen de oturmak için çok hevesleniyorsun bu ara sen. Sofrada biz yemek yerken, daha önce karşımızda paşalar gibi kaykılırken, şimdi hem ayaklarını hem kafanı kaldırıp, ağırlık noktanı popon haline getiriyorsun. Sonra ben seni alıp kucağıma oturtuyorum, dışarılarda da yaptığımız gibi, kafan arada bir ağır geliyor, bana yaslayıp bir oh çekiyorsun o zaman. Ben de kafanı hafif yan yapıp çorbamı içiyorum öte yandan, zeytinyağlımı yiyorum üzerinden. Şimdilik pek bir rezillik yaşamadık, sokakta çok acıkıp yediğim gofreti saymazsak. Sen kangurudaydın, ben de açtım, hapur hupur yedim gofreti üzerinde. Sonra dolmuşa bindik seninle, yanımıza oturan abla seni sevmek istedi, ben baktım üzerinde gofret kırıntıları, hapur hupur onları da yedim, dökülmüş hihi dedim ablaya da. O pek gülmedi, budur en rezil halimiz, götürür bizi bir süre daha.

Bugün birazcık iyi olunca sen, yine çıktık sokaklara. Sokak belanın da, neşenin de mekanı annem. Sen evinin yolunu unutma da, gez dolaş etrafları, karışmayacağım sana, hani elimden geldiği kadarıyla. Babanın boynuna kocaman sarılıyorsun sen, gördüm bu kez çok net, bana sarılmamanı, babanın ergonomik vücut yapısına bağlıyor, alınmamaya çalışıyorum. Ben sana yanaşınca anca şapur şupur sesler çıkarıyorsun. Benimle ilişkinin tamamen çıkar üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum bazen, seninle bir hesabımız vardı bizim, diyorsun sanki sürekli. Bir de sen kucağımdayken, yediğim her şeye saldırman var ki, bizi bizden alıyor. Ben çok afedersin çöp şiş dürüm yerken bir bakışın var ki lokmama, hani en nazik ifadesiyle bir gurme olacağın belli demeliyim. Tabi sen de haklısın baban gibi, çöp şişin en pis, en kalabalık olduğu yerde işin ne ki, sonra yavrum neden hasta oldu diyorum, değil mi. Gör istedim ben en çok nereleri seviyorum, napmayı seviyorum diye. Hem belki de oralardan kapmamışsındır hastalığı değil mi, gelip geçip, bir korkutup bir sevindirmiştir, sevindirecektir hastalık bizi, değil mi.

Sen şimdiki gibi huzurlu uyu, büyüt bizi emi Kurabiye...

10 Nisan 2015 Cuma

İkiyüzellinci gün

Benim için güzel günlerden biriydi Kurabiye. Güneş vardı bir kere, sen Hayat abla'yla pek keyifliydin üzerine, ne verirse yedin sildin süpürdün, gördüm. Pazara gittim sonra seni bırakıp. Eski pazardaki limoncumun bu pazarda da olduğunu gördüm, aa siz dedim, kendimin haftada beş gün 8-5 çalışmasını anlamıştım da, pazarcı amcanın perşembe-cuma çalışmasını anlamamıştım. Olsun, şaşkın benim lakaplarımdan biri dayılarından birinin taktığı, hakkını vermem gerek zaman zaman.

Güzel saçlı teyzeyle sohbet ettik sonra biraz, sana mini mini bir hediye almışlar yeni eve taşındık diye, bu yeni evin en güzel köşesi madem Kurabiye'nin odası, biz de oraya kondururuz hediyemizi, demişler.

Sonra haytalığa devam ettim ben, Kadıköy'e gittim, neler neler varmış oralarda halbuki, bakmasını bilmek lazımmış. Eve gelince babana gösterdim, hani sarhoş babalar gecenin bir vakti eve gelip, minik yavrularına aldıkları sus payı tadındaki arabayı gösterirler ya, ben de öyle senin yedek otribebelerini gösterdim gülümseyerek. Kendimi tutamayarak, sana yine bir müzik aleti aldım sonra. Adı Calimero olan bir tahta oyuncakçı buldum sonra, tahta oyuncakları benim kadar sevmezsen diye düşündüm üzerine yüksek sesle. Yoksa neler neler var sana alabileceğimiz, zorlarsak yapabileceğimiz...

Masalcı ablaya gittim akşamına da. Masalın yazılsın, dedi bana. Ben de senin o çok sevdiğin mavi koalanın masalını yazmaya karar verdim. Çok zor olacak, ama deneyeceğim. Kırmızı kulaklarını, mavi gövdesini, tüylerini bir bir anlamamız, dinlememiz gerekecek seninle.

Ama şimdi, gözlerimden uyku akıyor Kurabiye, aylar sonra gelen bu haytalık, ağır geldi bünyeme, bahar gibi çarptı dört yanımı. Ama sen uyu, büyü Kurabiye...

9 Nisan 2015 Perşembe

İkiyüzkırkdokuzuncu gün

Bugün dayını yolcu ettim Kurabiye. Yine gelecek seni bizi görmeye. Ailemizin foturafçısı tadında çot çot foturaflarımızı çekti, gitti kıvırcık saçlı adam. Hangi duvara hangi birini asalım, bilemedim. Yanımda sen dururken, çektiği foturaflara bakıp onları daha çok bile beğendiğim oldu ne yalan diyim. Fotojeniksin tüm bebekler gibi deyip çıkalım mı işin içinden?

Yazıyı yazmaya sabah başlayıp durmuştum, gün belki çok enteresan şeyler getirir bırakır avucumuza yamacımıza, diye. Gün, bolca yağmur ve ayaz getirdi. Dayını yolcu ettikten sonra, çok sevdiğim pijamalarımla gezindim tüm gün, sen Hayat Abla'ya gülücükler atarken, elinden her şeyleri yerken, seninle oynarken. Seni bir pencereden izlemek gibiydi olan biten. Tuhaf, ne daha az yoruldum, ne seni anladım ne yaşıyorum diye. Kızını ne kadar sevdiğini, evlat sevgisinin bambaşka olduğunu anlattı Hayat Abla sonra, akşam seni bıraktıktan sonra kızını dizine yatırıp sevdiğini, kızıyla birbirlerine aşık olduklarını anlattı. Ben emin değilim ne hissediyorum demiş bulundum o böyle anlattıkça, tabi ki seviyorum seni de, şu an ilişkimiz eşitlikten çok öte bir yerde, sanırım ondan tuhaf biraz. Sen bana muhtaçsın, sen bana mecbursun annem. Memelerim sana uzanmak zorunda, tatlı bir annenin de çok net ifade ettiği gibi, sana bakmasam, size bakmasak ölürsünüz çok basit Kurabiye. Bu da ilişkiyi, en azından şimdilik hafif tuhaf yapıyor sanki. Tabi sen bunları okurken yine, çoktan çoktan ikimiz de dana kadar büyümüş olacağız, ben bu aralarda derelerde saçmaladığımda kalacağım. Olsundu, hayat öyle güzeldi diyeceğim, yani herhalde öyle derim.

Neyse tatlımcım, melek diyor sana Hayat Abla, ne verse yiyorsun elinden. Evi de çekip çeviriyor, alışıvereceğim diye korkuyorum ben de, onsuz evi halledememekten, sana yedirememekten filan korkuyorum bazen. İnsanoğlu işte, her rahatlıkta bir rahatsızlık bulmaya ne kadar da hazır. Hadi hepimiz değil, benim gibi dayın gibi zaman zaman, rahatsızlığa oldukça meyilli tipler ne kadar da hazır...

Yarın kendi çapında hayta bir gün olacak, hadi yarın diyeyim olan biteni o zaman. Sen şimdilik uyu bizi korkutmadan, demiştim ki uyandın Kurabiye, olsundu hayat öyle de güzeldi.

Öptük seni..



8 Nisan 2015 Çarşamba

İkiyüzkırksekizinci gün

Bugün seni melek diye seven teyzeyle tanıştın Kurabiye. Aynı teyze çişine de kolonya kokulu diyor. Haklı olabilir mi annecim?

Sen bugün benimle Kadıköy'e, oradan dayınla Eminönü'ye gittin, biliyor musun? İkinci ve dönüşle birlikte üçüncü kez vapura bindin. Vapurların birinde süt emdin, çapraz koltukta oturup ucundan meme görür müyüm diye emziren bir anneye bakan zavallı bir adam gördüm ben de, her şeyinden iğrendim adamın, kalkıp mememi gösterip suratına tükürmek istedim, tüm bunları da seni emzirip, yunus var mı diye göz ucuyla denize bakarken düşündüm. Burada kadınlara çok kolay tecavüz ediyorlar biliyor musun annem, sonra da çok kolay kesip biçiyorlar oralarını buralarını. Neyse, sen daha küçüksün, hem de hiç benzemeyeceksin onlara, seni insan gibi, seni evlat gibi, seni oğlan çocuğu gibi yetiştireceğimiz için inşallah, nereden mi biliyorum, sakinliğinden biliyorum, huzurundan biliyorum, dayının çektiği fotoğrafları dolduran gözbebeklerinden biliyorum, tüm kareye sinen dinginliğinden biliyorum. Ondan.

Eminönü senin ilk çıkartman oldu, benimse hayalimdi bir gün seninle orada olmak, bugün giriş yaptık. Mabelci amcadan babana sakız, bana çikolata aldık. Tahtakaleye uzandık, dayını bezdirsek de sana bana mini mini müzik aletleri aldık. Eminönü dediğin yer beş liraya dünyayı alabileceğin bir dünya, Kurabiye. Ya sevmezse buraları, dedi dayın, babası gibi ya sevmezse, dedi. Sever, dedim ben de. Sevmese de, benim görev bellediğim bir şey bu, hepimizin anne babaları gibi belki, kendi doğru bildiklerimi bir tur anlatmak, göstermek. Yoksa neden girelim güzel kokulu, aile yeri gibi görünen küçük sokak üstü dürümcüye, sen kucağımdayken dürüm yiyip, açık ayran içelim saplı tastan. Ve tüm bunlar sevgili dayın Norveç üstü Türk yemekleriyle mideyi bozduktan iki gün sonra olsun.

Dönüş vapuruna koşarak yetiştik, attık kendimizi bir koltuğa, karşımda oturan ak saçlı amca telde konuşuyordu, dişlerim yok, yaptırıyorum diyordu. Sonra seni sevdi sen sağa sola baktıkça, tüm dünyayı tanımaya çalışıyor, önünde koca bir dünya var, dedi. Gülümsedim. Sizi duydum, sizin de dişiniz yok dedim, sustum gözüm dolarken sonra. Anladı beni, evet, dedi. Senin yepyeni bir şey olarak gördüğün o deniz bize neler etti ayaküstü bak. Vapurda annenin kucağında sağa sola salınırken, ben kulağına adınla başlayan şarkılar mırıldanıp seni güldürürken, sen bir denize sanki ilk defa bakıyormuş gibi uzun uzun baktın, ilklerinden biri sayılır zaten. Ve ben seni birden kocaman hayal ettim o vapurda, ben minicik kalmışken, elin elim üzerindeyken, tatlı bir buseyi elim üzerine kondururken sen. Birileri dedene, daha kız isteyeceksiniz Kurabiye'ye, demiş, babaannen dedi bugün. Oysa ben hep küçük kalacak, hadi en fazla yürüyeceksin sanıyorum seni, ve hep kendimden doğru bakıyorum sana. Bana yapışık, bana dönük yaşayan, benim oğlum olan bir şey olarak, ekürim gibi, benimle Eminönü'ye gelen minik elli tombik yanak gibi. Zaman nasıl geçecek halbuki, deler gibi, ezer gibi geçip gidecek nasıl. Sıralarımız savılacak, yerlerimiz değişecek. Ölüm olacak Kurabiye, hayırlı kullarsak, sırayla olacak.

Bugün başka bir teyzenin elinden yemek yemen, onun kollarında uyuman ve benim sana süt verememem dokundu biraz sanki bana, haftaya işe başlayıp seni günde hepi topu üç saat ayık görmek ne kadar koyacak kimbilir. Hiç bitmeyecek sandığım bir dönem kapanıyor Kurabiye, Senin ilk adımını, ilk emeklemeni, belki de ilk kelimeni bir başka teyze duyacak belki de, ben bir elektronik mail yazarken, tel görüşmesi ya da çok ama çok mühim bir toplantıda iken. Kızma bana, olur mu, unutma da beni. Kokunu tanır dedi vapurdaki dişsiz amca, kokumu hep içine çek gözün kapalı, olur mu. Unutma kollarımda uykuya daldığını huzur içinde, kana kana içer gibi emdiğini unutma, olur mu. Ellerini memelerime vura vura kendinden geçtiğini unutma, olur mu. Hepimiz unutuyoruz aslında, annelere babalara hırçınlaşırken, ben ettim sen etme, olur mu. Etsen de, ben sana etme diyeyim, olur mu.

Öptüm annecim seni, benimle Eminönü'lere gelen minik ensenden, üşüyen bacaklarından ama her daim gülen gözlerinden...

5 Nisan 2015 Pazar

İkiyüzkırkbeşinci güne ek

Kendi çapında ilklerle geldiği için gün, ek yapmak lazım oldu. Bugün hayatında ilk defa bira aldın Kurabiye, yani ben de senli hayatımda, yanımda sen varken ilk defa bira aldım, poşeti de aldım pusete taktım. Ne kadar dedim, yuh o kadar mı dedim, ben bıraktığımda onun üçte biriydi fiyatlar dedim. Hayat pahalanmış görmeyeli Kurabiye.

Sonra önümüz arkamız, sağımız solumuz parkmış, onların bir kısmını keşfettik bugün. Seni bahane edip bol oksijen almak nasip olacak sanırım inşallah.

Dayının deyimiyle psikolojik hastaların kaldığı hastanenin yüksek ağaçlı bahçesine ziyaretçi alıyorlarmış bizi, bir gündüz vakti ansızın gideceğiz üçümüz, dayın çot çot foturaflar çekecek orda, psikolojik hastaları bile gülümsetecek dişsiz seni çekecek. O da bir günlük konusu olur, gelir konar herhalde.

Sonra sana uzaklardan ince bulgur gelecek mini mini bir abla ile ve bize de domates biber tohumu gelecek, ki onları annen bozmadan büyütene kadar sen de büyümüş olur, bizimle yersin belki.

Ben bu satırları yazarken, sen üçüncü kez uyandın aslında Kurabiye. Büyüdükçe daha çok ağrıtıyorsun sağımızı solumuzu da. Üzerine uyku düzenin de bizim alıştığımızdan daha zor olursa, her şey çok ama çok zor olabilir Kurabiye. Çünkü senli ilk günlerimizden çok iyi biliyoruz ki, uykusuzluk birçok kötülüğün anası, ve benim her ne kadar dayanıklılığım artmış olsa da, uykusuz ben ben değil Kurabiye. O yüzden, n'olur annem, nazarsa çıksın, gözse düşsün üzerinden, sen uyu yine olur mu güzel güzel.

Öptük seni uyuyacak yanaklarından...

İkiyüzkırkbeşinci gün

Bugün değilse de dün kendi çapında büyük bir gündü Kurabiye senin için. Ve hatta o yüzden mışıl mışıl uyuyorsun bugün süt ertesi pekmez ertesi oyun ertesi uykunda...

Deniz kıyısında, annenin babanın ve dayının pek sevdiği bir yerdeydin dün. Seninle sezon açmış olduk, Nisan'a bir daha merhaba demiş olduk. En son sen karnımdayken, o da sanırım yedi aylık kısa yolculuğumuzda üç kez gittiğimiz sahile sen kucağımda ilk kez gittik. Abiler bira içtiler, ben şeftalili çay içtim, olsun. Olsun gözüm olsun. Sen yattın yuvarlandın yanımızda, köpek gezdirdikleri, uçak uçurdukları yerde, ben ilk defa seni taşıdım kolumda. Vay be, dedim kendime. Emziren arkadaşları görüp, çocuğu yuvarlanan arkadaşları görüp özendiğim yerde şimdi ben de seni taşıyordum keyifli bir günde. Güzel miydi, güzeldi be Kurabiye. Orası, bana bu şehirde yaşamayı sevdiren nadir yerlerden biri, dayını sonsuz bir şimdide kilitleyen, babana onca yol yürüttükten sonra, oh be dedirten bir yer orası. Ve sen de bizimleydin bu defa.

Senden bahsettiğimi duyup uyandın şimdi Kurabiye. Önünde koca bir hayat olması heyecanlandırıyor bazen bizi, bazen de yoruyor ohooo diyoruz, daha neler gelecek başına. O zaman bencillik miydi, çocukluk muydu neydi seni yapmak, diyoruz. Yapıp kaçtık mı yoksa diyoruz. Kaka, gaz ve sütten ibaret olmadığında hayat, bize kızar mısın acaba diyoruz, ama hatırlamayacaksın bugünleri, o yüzden kızmak aklına gelmeyecek diyoruz. Onun yerinde olmak isterdim diyor seni görenler, biz de diyoruz, ama bugünleri hatırlamayacak ki o, diyoruz sonra.

Garip bir düzen Kurabiye, en huzurlu görünen hallerimizi, zamanlarımızı büyüyüp adam ve kadın olunca hatırlamıyoruz, ya da öyle sanıyoruz. Yoksa yerde yuvarlanan, kulağına adın fısıldanınca gülümseyen, mememi koklayıp uykuya dalan, dalarken parmaklarını alnına dayayan halini unutmak ister mi insan, istemez. Basitliğindeki, dosdoğruluğundaki güzellik, kocamanlık, olduğu gibi akan halin, mest ediyor bizi. En azından beni Kurabiye, ediyor ki bunca yazdırıyor bana.

Beni kadın, ben anne, beni insan yapıyorsun Kurabiye.Ve güçlü ve kocaman, dirençli ve umutlu ve de her zamankinden güleryüzlü yapıyorsun. Dayın dedi, sana bir şey olmuş, dedi, ne olduysa devam etsin, dedi. Düşündüm, bana en çok sen oldun Kurabiye. Minicik bir yüzde kocaman bir gülümseme ve gökyüzü renkli gözler oldun. Kokusundan bir parça alıp üzerime sürmek istediğim bir tosbağacık oldun. Popomdan uydurduğum şarkıları hayranlıkla dinleyen iki minik kulak oldun, yeri göğü inletsen de ağlamaktan, kucağımda susan bir büyü oldun. Sen beni iyi ettin, Allah da seni iyi etsin Kurabiye...


2 Nisan 2015 Perşembe

İkiyüzkırkikinci gün

Dayın seni görmeye geldi Kurabiye. Kocaman olmuşun, o zamanlar gülmüyormuşun bile, şu an ise kim sana azıcık baksa basıyorsun kahkahayı keyfin yerindeyse. Çerçevelik foturafların çekildi yine rutin iki ayda bir kontrollerinde.

Pazara gittik bugün seni alıp, bayıldın Kurabiye. Pazarcılar gel vatandaş diye bağırdıkça, dayın korktu seni çalıverecekler diye, sen güldün güldün. Arabana kıymanı, elmanı taktık, dolandık seninle.

Yıkadık akşam da babanla bir güzel seni. Sular şapırdadıkça gülümsedin bize. Yemek yerken de ayaklarını poponun üzerinde dik tutup bize gösterdin, sanki büyüyorsun Kurabiye. Kaka yapmanı çok sevdiğimizi de biliyorsun, kakanı gördüğümüzde kocaman gülümsüyorsun ondan.

Dayınla hayat memat konuşurken, yoksa yoksa dedik, Kurabiye haklı mı, her şey kaka, süt ve gazdan mı ibaret. Bir uyumak, bir de yalnız kalmamak mı istiyoruz sadece. Yalnızken gözyaşlı ağlayıp, bizi görünce hemen susup kocaman gülümsüyorsun. Bir de babanı yanağından kocaman öpüyorsun gözümden kaçmıyor