30 Mayıs 2015 Cumartesi

Üçyüzüncü gün

Üçyüz günlük olmuşun annem maşallah sana beya.

Bugün önemli bir gün yine, çünkü senin bir adet dişin çıkıyor, yani bir adet derken, ilk dişin çıkıyor. Sabah bulamaç görünümlü kahvaltını sana yedirirken farkettim, ağzına giren kaşıktan tak tak sesler geliyor diye. Elimle yoklayınca damak sertliğinden farklı bişiyle karşılaşıp çığlık attım, babanı çağırdım. Sonra o da aynı şekilde yoklayıp çığlık attı yüzüne karşı. Halbuki sen yüzüne karşı atılan çığlıklardan hiç hoşlanmıyorsun, senle alay ediyoruz sanıp, dudaklarını büzüp, ağlamaya başlıyorsun, yine öyle oldu. Aldık avuttuk seni.

Acımasız, yerden bitme müstakbel arkadaşlarınla aranda geçebilecek alay dolu günler korkutuyor beni şimdiden. Çocuk milleti acımasız oluyor annecim, dayından biliyorum. Çok uğraşırlardı onunla, içim sızlardı, ki bu konu eski bir yazıda da mevzu bahis geçmiştir. Ve hatta dayının densiz arkadaşları yazıyı okuyup, ileri geri yorum yapmışlar bir de, yok ben olsam öyle yapmazdım filan diye. Şimdi demesi kolay arkadaşım, kendinizi zaman kapsülüyle takribi yedi yaşınıza götürüp öyle bir tahayyül içine girmeniz lazım, demek istedim cümle aleme. Allahım neler diyorum, yine konuyu dağıtıp çorba etmişim, İlk dişin çıkıyor Kurabiye, olay budur annem.

Heyecanla ananene diş buğdayı mıdır nedir, ne zaman olur, napılır dedim. Tabi kendisi yaşını başını almış, dayının deyimiyle şarap gibi bir kadın olsa da, ananelikte yeni yetme olduğundan, bilmediği yerden sormuşum. Meğersem bize falan yapmamış buğday neyin. Yok Allah baba yardım etmiş, kimsesi yokmuş, dardaymış bizi büyütürken falan filan. Buğday yapmamış annem bana Kurabiye. Halbuki ben buğdayı ne çok severim bilsen, haşlar haşlar yerim. Ben sana yapayım bakayım oluyor mu buğday, sen de yersin belki olur mu? Bence olur, olur olur.

Sonra, ben bugün Eminönü'ye gittim. Yine anane dedi ki, dişi ilk farkeden kimse çocuğa hediye alır, adettir. Ben de gittim sana neler neler aldım. Artık kocaman bir davulun, minik bir inek çan'ın, ahşaptan bir abaküs'ün, minik kırmızı kovaların var. Bir de senin mini mini foturaflarını koyalım diye rengarenk anahtarlıklarımız var.

Eminönü yolculuğumdan öğrendiğim, senin de bilmen gereken bazı şeyler var. İlki, çağımızda selfie hadisesi, yani kendi kendinin foturafını çekme olayı çok yaygın annem. Herşeyci Eminönü esnafı, şu ara en çok boy boy selfie çubuğu satıyor. Ve vapurda bir kız, yanında iki erkek bir de kız arkadaşı varken, alen beyan, defalarca kendini çekti saçlarını savuşturup savuşturup. Ben dedim bu n'apıyor. Yanındaki çocuklara ayıp olmuyor mu, ya biri sevgilisi ise, ya da bunun sevgilisi yok, e tamam yoksa bile "beni çeker misin?" deyip makineyi birine verse olmaz mı, hepimizin gözü önünde, saçları savura savura, kendini beğenene kadar elli poz çekmek normal bişe olmuş annem buralarda. Çıkarman gereken mesaj, kız milletine güven olmaz oğlum. Çok ama çok dikkatli olucan, suya götürüp susuz getirirler seni. Hepsini benle bir bir tanıştırcan, ben evircem, çevircem, in midir, cin midir anlıcam sana dicem, emi tatlım.

Sonra, Eminönü senli ikinci çıkartmasını bekliyor anladım. Biz Cağ kebabı yerken senin etraftaki tarihi binaların tavanlarına bakacağın günler yakındır güzelim...

Sonra Eminönü'nde her şey var annem, bakalım sevecek misin benim kadar oraları, bu defa gezerken daha alıcı gözle baktım, Kurabiye severse buraları, kimse tutamaz bizi dedim, vallahi dedim, sen bir sev, gezilcek onca çok tükkan ve han var ki bilemezsin annem. Her geziyi bişi arama gezisi yapabiliriz bile, çünkü sanırım orada her şeyin bir hanı var.

Babanla kaldın bugün gündüz, bana söylemeye korkuyor ama, hiç yaramazlık yapmamışsın. Gül gibi geçinmişiniz ne güzel. Beni görünce de bastın çığlığı, senden tatlısı olur mu, olmaz Kurabiye.

Öptük seni uykuya dalan tombik yanaklarından...


29 Mayıs 2015 Cuma

İkiyüzdoksandokuzuncu gün

Aslında dün yazmalıydım, ve fakat dün akşam yine bilgisayar başında, atlar gibi ayakta uyuyakaldığım için yazamadım Kurabiye.

Dün seni tahlil için bir hasteneye götürdük, tam bir saat hemşire bekledik. Gelen hemşire kılıklı kadın, yine atlardan örnek vereceğim çok biliyormuşum gibi, sen minicik narin bir bebek değil de bir atmışsın da nal çakılacakmış gibi yarabbim, ayağının üzerine iğneyi saplamak suretiyle kan almaya çalıştı. Sen can havliyle bağırdın tepindin, o insan kılıklı hayvan kanı tüpe denk getirmeyi beceremeyip sağa sola saçtı. Sonra ben ve baban da önce hemşire müsveddesi ile, sonra da hastane yetkileriyle, bağıra çağıra ağız dolusu kavga ettik, rahatladık, çıktık hastaneden.

Sen önceki seferlerdeki gibi hemencecik affetin bizi. Hayvanın, ayağından iğneyi çekmesiyle birlikte ağlaman da kesildi, sonra biz başladık işte iyi oldu, uzun zamandır böyle bir müşteri şikayeti anı yaşamıyorduk, tazelendik.

Artık ufaktan oturuyorsun sanki kendi başına kalınca da, "aa oturuyorum bennn" diye farkına vardığında, hop kapaklanıyorsun ama olacak bunlar herhalde. Yürüdüğünü, koştuğunu da göreceğiz inşallah.

Bugün bir arkadaşım, insanlar neden çocuk yapar, sen neden çocuk yaptın, dedi. Net bir cevap veremedim Kurabiye. Sahi ben seni niye yaptım annem?

27 Mayıs 2015 Çarşamba

İkiyuzdoksanyedinci gun

Bugün babanın doğumgünü Kurabiye. Yani huzurlu olmasını, ekseriyetle gülmesini, kafalara hiçbir şeyler takmamasını öğrendiğin adamın doğumgünü.

Sadece benim oğlum olsaydın, muhtemelen iki gülmeli bir ağlamalı günlerin olurdu. Bazı sabahlar hm hm neden güneş var ki, veyahut bu pus da nesi diyerek uyanırdın. Neşeli günlerin de olurdu tabi, ama kendini ağız tadıyla üzmesini de çok iyi bilirdin.

İşte böyle şeyler olmasın diye Allah baba bir anne, bir de baba vermiş bebeklere. İyi huyları iki taraftan hop hop diye toplasınlar diye. Bizdeki de o hesap annem...

Şarkı söylemeyi ve yemek yemeyi seven yanı benden, hep gülen ve kocaman bir huzurla her yanı sarmaya hazır yani babadan almışın.

Zor uyuduğun şu sıcaklı soğuklu yaz acemisi günlerde gecelerde, öptük seni ayak altlarından Kurabiye...

25 Mayıs 2015 Pazartesi

İkiyüzdoksanbeşinci gün

Bugün markette bir kadın bize yaklaştı Kurabiye; dünyada bunca çirkinlik varken, iki dakika şu güzelliğe bakalım, bakalım ki içimiz açılsın dedi. Sana baktı doya doya, sen de izin verdin, ona baktın sakin sakin. Ben ne diyeceğimi bilemedim, göğe bakma durağında inmek isteyen yolcuya ne diyeceğimi bilemedim. Susabildim, gülümseyebildim, bir de günlüğüne not düşebildim senin.

Hayat zor olacak Kurabiye, hem renkli, hem zor. Etraf muhtelemen senin zamanında da çok kalabalık olacak, içi dışı türlü türlü olan onlarca insan çıkacak karşına. Parkta çocuklar bisikletine vuracak, salıncakta sıranı çalacak, bir diğeri tutup itecek seni. Hep mi kötü şeyler olacak, yok çok güzel şeyler de olacak tabi. Çok çok hem de. Sen şimdi yaptığın gibi, gözgöze gelmeyi kollayıp, geldik mi gülümseye devam et yeter ki. Baban da, ben de işyerinde özlemeye başlamışız seni. Evde rahatı yerinde nasılsa'dan, bir sarılsaydım, sarılı kalsaydım'a terfi etmişiz.

Sen hep bugünkü gibi, gözgöze geldiğimiz anda, etraf ne der, ne eder demeden kocaman gülümse bana yüksek sesle, olur mu. Uyarım ben de sana, dünya yansa sallamam, ya da popomu sallarım evet dansmış gibi. Sen hep gül.

Öptük kokulu ayaklarından...

21 Mayıs 2015 Perşembe

İkiyüzdoksanbirinci gün

Bu, aslında dünün yazısı olacaktı. Şimdi biraz dünden, biraz bugünden alacak.

Hayat abla dedi ki, saat beş gibi bızıklamaya başlıyormuşsun, beni özlüyor, beni arıyormuşsun. Hadi ya, dedim, vallaha dedi. Seviyormuşsun beni. Sonra Lütfiye abla, ben eskiden Kurabiyesiz napıyormuşum bu evde, dedi. Herkesler hayran sana. Bebek olduğundan mı, sen olduğundan mı emin değilim. İkisi de sana yarıyor nasılsa, ne güzel değil mi.

Sonra düne gelelim. Dün işte kendi çapında berbat bir gündü türlü açıdan Kurabiye. Annen uzun süre sonra birçok ipsiz sapsız şeyden tiksindi yine. Sen olmasan dün akşamın hakkı birkaç bira ya da rakılı bir yemekti. Ama sen vardın, seni sarmak, seni emzirmek vardı. Ve dün o kadar tuhaftı ki, ben senin olduğunu unuttum. Sana süt sağmayı, sağdığım aleti yıkamak için getirmeyi, seni aramayı, kameradan sana bakmayı unuttum ben. Hayvansın sen, dedim kendime. Hayvanlar arasında kala kala hayvan olmuş bir zavallısın, dedim. Baban sükunetle karşıladı yine durumu. Zaten dünya yansa benim tarafta, adam sakin maşallah. Belki de bu lazım sana, bana. Ya da en çok bana, sen de çok sakin olucaksın belki de. Sonra ağlattım bir ara seni, burnundaki sümüğe asıldım var gücümle, yoğurtlarını tutturamamıştım zaten yine, o sümüğü alsam iyi olacaktı, en azından onu becerebilsem. Ağlamaya başladın canın yandığından. Baban kucakladı aldı seni elimden. Ben de ağlamak istiyorum, diye koştum içeri, doldu gözlerim ufaktan. Çirkin bir gün kötü bir geceye açmıştı kollarını kendi çapında.

Seni unuttuğum ilk ve son gün olsun istedim Kurabiye. Dışarıda irili ufaklı türlü iğrençlik var, kurtlar var, tilkiler var, kirpiler var annem. Hem de sana anlattığım masallardaki gibi senin arkadaşın olan cinsten değil bunlar. Sen onca dudaklarınla gülümsemeye devam et ki, ya da ben üzgünken "sende bir tuhaflık var" bakışınla bana bakmaya devam et ki, unutmayayım kim olduğumu.

Çok üzecekler seni de annem, hele benim gibi arada çok takılacaksan küçücük şeylere bile, bir bidon benzinle yakmak isteyeceğin çok adam olacak. Bir sonuç cümlesi bulamadım bak buraya. Sev onları, diyemeyeceğim. Boşver, diyemeyeceğim. Yak hepsini, de diyemeyeceğim. Olacak hepsi Kurabiye, hep ettiğim duadaki gibi, Allah hepsine dayanma gücü versin hepimize. Seni bize, bizi sana emanet etsin, yaslandırsın.

Uykuların güzel, ömrün huzurlu olsun annem...

Ha bir de bugün parkta "adın ne bakalım" dediğimizde "napıcan?" diyen yerden bitme haydutlar etrafında az olsun bal oğlum.


19 Mayıs 2015 Salı

İkiyüzseksendokuzuncu gün

Ben bir önceki yazıyı acele acele yazmış olsam da, sen o gece hiç de acele acele uyumadın Kurabiye. Davulun, zurnanın, yarım kadehçik rakının intikamını, o gece bana göre altı, babana göre beş kez uyanarak aldın. Ve bu kezler ne yazık ki kesişmiyor birbiriyle, baban diyor ki sensiz dört kere kalktım en az, ben de diyorum ki en az beş kez sensiz uyandım. Yani annecim, sen uyutmamışın bizi o gece. Ödeştik sayılır yani bir açıdan.

Adana çıkartman da tamamlandı böylece, darısı göreceğin yeni yerlere. Ben bir Antep düşünüyorum bize, hoş Antep'in taşlı yolları senin puseti kaldırır mı, emin değilim ama var bir niyet, bir kaşınma diyelim...

Doktor kontrolün vardı yine, kocaman bir tosuncuk olmuşssun. "Bö" demeyi öğrendin sonra, tam anlamını henüz anlamasak da, arada yaptığın işi bırakıp -bu bazen emdiğin meme, bazen elindeki oyuncak oluyor- kafanı kaldırıp dudaklarını büzüp "bö" diyorsun. Ben de "bö" diye karşılık veriyorum, sonra yaptığın şeye kaldığın yerden devam ediyorsun. Anlaşmış oluyoruz.

Sonra bu sabah sattık seni Hayat ablaya, felekten bir kahvaltı çaldık kendimize. İnsan ve puset seli olan bir sahilden, cici bir kuytuya attık kendimizi. Üzerine de Kuzguncuk'a gittik sensiz, utanmadan sıkılmadan bak. Ama akşama doğru seni de alıp çıktık sonra. Sen sakin sakin oyuncağınla oynarken, biz su sesine karışıp, huşu içinde çekirdek çitledik. Daha ne istersin ki hayattan, anlarından biriydi annecim. Pusette sakin sessiz oynayan sen, arkada su sesi, piknik masasında biz, ve elimizde çekirdek.

Güzel günlerin benden, bizden çok olsun tatlı çocuk. Yolun açık, için huzur dolu olsun. Öptük seni ayak parmaklarından...

16 Mayıs 2015 Cumartesi

İkiyüzseksenaltıncı gün

Bu yazıyı acele acele yazıyorum. Seni tuttuk Adana'ya getirdik Kurabiye. Annenin lisesinin kebap günü vardı, ananın nazı babana geçti. Alıverdik biletleri.

Sen ikinci memleket ziyaretini yapmış oldun. 50 koruma faktörlü güneş kremiyle tanıştın, okulumu gördün. Akşam kebaba geldin, davul zurna duydun ilk kez. Pek hoşlanmadın süt seansını zart diye böldükleri için. Tuttuk cami avlusuna gittik seninle, dua ettik Allah babaya, anneni affetsin sana da ferahlık versin diye. Pıt diye uyudun sonra, geri geldik mekana. Dansöz ablalar ve yeni zurnalar geldi, sarhoşlar sana takıldı, ay ne tatlı maşallah, dediler. Bitanesin çünkü sen.

Sen onca yola, sıcağa, davula, zurnaya gık demedin ya onlarca bebek gibi, sen bizi aştın oğulcum, seni biz tutamayız, sen gezersin dört bucak, yersin her kebapçıdan birer lokma, tozunu attırırsın dünyanın.

Gördüklerin, benim gördüklerimden hep daha çok olsun annem.

Otele geldik artık seni yatıralım diye, annen pasta yemek istedi baban onca kebap üzerine yuh derken. Garson pasta yok, ama hallederiz abla, neli istiyorsun dedi. Hallettiler ve de Kurabiye.

Senin de halledenlerin çok olsun güzel çocuk.

Öptük seni uslu yanakların ve minik ayak parmaklarından...

11 Mayıs 2015 Pazartesi

İkiyüzseksenbirinci gün

Annen yine sallamış günlüğü afedersin oğlum. Halbuki sen, bebek popona rağmen büyük adımlar atmaya devam ediyorsun.

Ben de fön çektirdim saçıma bugün, beyazlarım almış başını gitmiş, seni gençleştiren, abileştiren zaman bencağıza acımamış geçmiş. Irsi desek de hani, yaş alıyor annen annecim. Sen serpil yine de olur mu.

Ne diyorduk, sen büyüdün kocaman oldun, Nereden mi biliyorum, durduğun yerde pat pat diye maşallah dönmelerinden biliyorum. Salıncağa binmelerinden biniyorum. Binmek dediysek de yığılıp kalıyorsun un çuvalı gibi birazcık. Bu zincir de neymiş, yenir miymiş diyerek kemiriyorsun, yalıyorsun ne bulsan, ama olsun. Salıncak, salıncaktır. Ve çocuklar sokak mikrobundan bir yere kadar korunabilir, yani bir yerden sonra korunamaz. O yüzden yere düşen şeyleri yıkamayı, ağzını oraya buraya değdirmeni önlemeye çalışmayı bıraktım. Ne genişledim Allah'ım, halbuki hepitopu altı yedi aylık bir tanışıklığımız var seninle.

Abiliğin sadece bunlardan ileri gelmiyor. Seninle uçağa bindik minik koca adam. Gıkın çıkmadı hem de. Ananeyi, dedeyi ziyarete gittin. Haftaya da bir terslik olmazsa annenin memleketine gideceksin. Onun maceraları ondan sonra gelecek. Şimdilik Mistır Kurabiye biletimiz var elimizde. Daha niceleri olsun annem seninle. Benli bensiz uçuşların, yepyeni yerler görüşlerin olsun. Gördüklerin benden çok olsun, ben neredeyse tüm Avrupa'yı gördüm, sana tüm dünyayı görmek nasip olsun. Taylandı, Amerikası, Kübası,  Arjantini, Perusu, Hindistanı eksik kalmasın, ardından ağlamasın.

Öptüm seni minik ayak parmakların ve şirin popondan...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

İkiyüzyetmişaltıncı gün

Elim ermemiş, halbuki ermeliymiş. Derliyip toplayalım bakalım şimdi.

Dün Hıdırellez'di Kurabiye, senli ilk Hıdır Dede gecesiydi. Her sene bişiler diliyoruz ailecek, hatta babannne bize muskalar hazırlıyor taşıyalım diye. Senede bir gün ipe asıyoruz dualarımızı yani, bir gül ağacı bulup dibine gömüyoruz. Bu yıl birlikte yaptık.

Senli dilekler de dilemek istedim, ne diyeceğimi bilemedim, kocaman şeyler demek istemiyorum senin için çünkü. Büyük adam olsun, onu yapsın, şunu yapsın, osu olsun, şusu olsun, şöyle olsun, böyle olmasın demek istemiyorum. Bildiği gibi olsun demek istiyorum. Bir tek şey diledim onun için, ve hatta hepimize aynı şeyi diledim, hepsi buna çıkmıyor mu neticede, dedim. Yine de çizmem etmem, bunu farketmem, karar vermem uzun sürdü. Babanınki ise bir saniye sürdü, ne istediğimi biliyorum ki ben, dedi. Şıp diye çiziverdi. Sardık sarmaladık, kurdelaladık dualarımızı. Bir gül ağacı bulduk sonra. Sana niyet, bana kısmet aldığımız kova takımının kazma küreğiyle eşeledim ben gülü, baban seni oyaladı, kırmızı balıklara baktırdı. Gömdük dilekleri bahçemize. Hıdır dede duysun sesimizi diye.

Sonra bugün, bir sürü devlet dairesinde koşturduk babanla. Senin hastaneden çıkıp geldiğin ama hiç bilmeyeceğin, hatırlamayacağın evimiz yıkıldı bizim, yeni bir eve dönüşmek için. Kira yardımı alabilmemiz için bir sürü kurumu gezmemiz gerekti, anladım ki yardımı alamayanların en az yarısı bu zorlu kurum gezmelerinde pes ederek alamamıştı paralarını. Biz pes etmedik babanla, sabahın köründen akşamüstünün en güzeline kadar dolandık, hallettik. Sonra tatlı devlet memuru abla dedi ki "ikibuçuk ay sonra bakın paranız yatmış mı diye, yatmadıysa dört ay sonra arayıp sorun n'oldu diye..." oldu, dedik. Kurabiye yürüsün koşsun, o sorsun sizden hesap isterseniz, dedik. Tabi içimizden.

Sonra, ben bugün senli hayatımın ilk birasını içtim Kurabiye, hem de öğle vakti, yani en sevdiğim vakitte. Karşımızda birileri çay simitle kahvaltı ederken, biz bağımlılar gibi soğuk büyük bira istedik. Ne bilsinler annen biraya hasret, baban mükafatlandırmış devlet dairesi kuyruklarında bitap düşmüş kadını. Biraların en güzeli, gündüz içileni Kurabiye. Ay neler diyorum sana, alkol tüm kötülüklerin anası annem. E ben de senin ananım, işte bazen bira içiyorum. Demek ki sen de içebilirsin, tabi büyüyünce. Ve tabi kararınca. Ama güzel olmaz mı karşılıklı içebilsek. Hayat memat desek, kızlar desek, gezilecek yerler desek-yani sen desen artık. Annem benim, desen filmlerdeki gibi.

Ha bir haberim daha var sana. Seni belki Balkan düğününe götüreceğiz, ilk düğünün olacak. Fikri bile güzel değil mi. Seni merak eden cici bir abla-kuzen diyelim hadi:)- gelin olacak. Du bakalım, şimdilik sen uyu, büyü.

Öptüm seni pütürdek ayak parmaklarından...

2 Mayıs 2015 Cumartesi

İkiyüzyetmişikinci gün

Bugün su içtin Kurabiye. Hayatında kocaman bir şey oluyormuş ve bunu kimse görmüyormuş ve sen bunu tüm dünyaya duyurmak istiyormuşsun gibiydin. Ağzına aldığın her şeyin tadını merak ettiğini, bir tarttığını biliyorduk, ama bugünkü kadar keyiflendiğini, mümkün olsa çığlık atacağını, kocaman gülümsediğini görmemiştik. Biraz suçlu hissettim yedi aydır sana su vermediğimiz için, evet annecim biz bundan her gün içiyoruz dedim başımı eğip. Çatalımı daldırdığım salataya diktin gözünü sonra; düşünsene, zeytinyağlı, soğanlı, rokalı, domatesli bişi, kimbilir ne enfestir. Hepsine gelecek sıra annem. Dünyanın tüm tatları önünde sıraya dizilecek inşallah.

Bugün seni götürmeyi çok arzu ettiğim bir parka gittik seninle. Ben seninle konuştukça, kafalar garip garip baktı yine bana. Ama sen beni dinledikten, sen bana gülümsedikten sonra kime ne, değil mi. Hele puseti, sarhoş adamlar gibi sağa sola sürdüğümde gülerek cevap verdikten sonra sen, kim karışır bana. Öyle bir güncüktü. Park o kadar güzeldi ki, sen her ne kadar anlat bana anne ne görüyorsan, desen de; ben tuttum çevirdim seni de, gör diye dışarısını kendin. Bir oyuncak aldık sana, tam beş liraya. O kadarcık ki para, sen bunu okuduğunda nasıl küçükse bugün bile küçük öyle düşün. Ama bayıldın bayıldın sen, üzerinde salyangoz olan minik bir davul kendisi. Beş liraya mutluluk, ötesi var mı, yok. Nokta...

Sonra bir çay bahçesine gittik babanı da alıp, mest oldun orada da sen. Uyudun, uyandın, konuştun, emdin, çoraplarını çıkardık, salladın ayaklarını sandalyeye vurup vurup. Sonra masaya oturdun, sağa sola baktın, bir sen bir ben vardık, ötesi yoktu.

Çocuk, büyük zenginlikmiş annecim. Biliyoruz çekip gidicen de, şu an sevdanım ben senin, kolyemin ucu, mememin kokusu, bir gülümsemem yetiyor seni senden almaya. Babana bile demedim henüz ama, hiçbir erkek sen gibi bakıp gülümsemedi bana daha önce. Karşında dün deli deli dans ederken eğlen diye, hayran hayran da bakmadı bana. Bir daha bir daha diye çırpmadı ellerini. Duygularımı da sen gibi anlamadı hiçbiri şıp diye, kötüysem hiç iyi olmadın sen şu yedi ayda evde. Sen kötü olduğunda, huysuzlandığında önce seni anlamaya çalıştım her defasında, hep sonra aklıma geldi kendim. Salak kadın, dedim; sen iyi misin ki o iyi olsun, anlamadın mı onca ayda. Çabuk savur aklındaki kötü düşüncelerini, bul iç huzur mudur nedir, bak oğlanın gözlerine, yapıştır dudaklarını yanaklarına, sev gövdesini, durul, çünkü göreceksin, sen durulduğunda dinecek fırtına, kuş sesleri kesecek ortalığı, bir de yunus şıpırtıları. Bu çocuk, sen ne duyarsan hissediyor, unutmayacaksın, dedim.

Mamma demeye başladın bir de sen. Hem de bunu süt değil ek gıda saatlerinde diyorsun, hem de İtalyanların mammamiaaa dediği şekilde, göz göze gelip bizlerle ve üzerine bastıra bastıra. Dilimizi biliyor musunuz siz? Ben var acıkmak, artık saatine göre yoğurttur, elmadır, çorbadır, yapın bir şekil, anladınız? diyorsun.

Su aksın, yolunu bulsun olur mu annem, sen hep güzel kal, hep kendine yakın, hep canı ne isterse, canı istediği zaman onu yapan, gülümseyen bir çocuk kal. Bir de on aylık ol n'olur, geçen akşam gelen sarıkafalı abi gibi, canın isteyince otur, isteyince sırala, isteyince yuvarlan. On aylık ol, emi annem...

Öptüm seni kulaklarından bu gece...