29 Şubat 2016 Pazartesi

Artı ikiyüzyedinci gün


Bu foturaf olmasaydı bugün yazmayacaktım sana. Aslında böyle deyince, önce bir adım sonra çok adım geri gitmem gerekecek.

Günün birinde illa ki Avustralya'ya gidecek olan ve ananaslı kek yapabilen abi bu foturafı o gün çekip, bugün bana göndermeseydi, ben bunları yazmayacaktım.

"Her şey bir sebep için olur" gibi bir söz var şu günlerde sevilen. "Her işte bir hayır vardır" da denilebilir ya da ne bileyim, "vardır bir hikmeti" denilebilir. Hem sever, hem sevmez idim bu lafı. Sevmenin anlamı olmayacağına dair çok anlamlı bir yazı okumuştum misal yakın zamanda. Her şey bir hayır için olmaz, diyordu yazıda. Bazı acıları, başka bir hiçbir sebebe, ona buna bağlamadan, geldiği gibi ve ağırlığınca yaşamak gerekir, belki de asıl aşılması gereken eşik budur, diyordu özetle.

Bizim hikayemiz bu kadar uzun boylu değil evet, ama bugün bu foturafı gördüğümde, içimdeki birçok minik adam ve kadın -onlar sana bazen bahsettiğim orman cinleri oluyor, hani minik boylu, kırmızı yanaklı ve kırmızı huni şapkalı- aynı şeyi söyledi. İşte olan her şey, tam da bu gece, kimse için değilse bile senin için kadın senin için, küçük çaplı bir tarih yazmak için olmuş, dedi. Anlatıyorum şimdi dilim döndüğünce.

Üzerindeki kırmızı yeleği, Almanya'da yepyeni bir hayata gözlerini açmaya niyet eden ve çok konuşup çok gülen bir abla hediye etti sana. Elindeki kırmızı toplu davulu ise ben sana, bu şehirdeki en sevdiğim parktan aldım. Yanımda sen vardın aldığım gün, ama ne aldığımı anlayabilecek, anlamayı bırak, elinde tutabilecek kadar bile büyük değildin. Yanılmıyorsam senli ilk uzak gezmelerimizden birisiydi ve şansa bak ki, şehrin en sevdiğim parkında o gün şenlik vardı, havada bir bayram havası. Bu oyuncakları da, tüm biricik oyuncakları kendi yapan bir abiden aldım ikimiz için. Ve zamanı gelince, eline aldın çok sevdin onu. O gün arabada o minik davulu yeniden bulmasaydın, bu foturafta olmayacaktı.

Mimozalar, buralarda vakit mimoza vakti. Benim ayağım sakat. Ayağım sakatlanmasaydı, foturafın çekildiği yere bir hafta önce gidecektik. Bir hafta önce gitseydik, henüz mimozalar çıkmamış olacaktı ya da en azından ben mimozaları almak için görememiş olacaktım. Çünkü bu hafta, ayağım sakat olduğu için evdeydim ve mimozaları satan çiçekçi ablaları görebildim. Ama bununla da bitmiyor tabi...

Kıvırcık saçlı olup, kum gibi, tuz gibi bir şey olan bir abi, üzerinde çalıştığı ilk kitabını bana okumam için vermemiş olsaydı, ben sakat olduğum hafta o kitabı okumak için kahveye gitmeyecektim. Ve dolayısıyla kitabı kahvede bitirip, türlü duygu ile sonrasında yolda yürüyor olmayacaktım. O türlü duygu bana köşedeki çiçekçiden, ederinin iki katına iki demet mimoza aldırmayacaktı belki.

Ve hatta üstüne, eve vakitli gelebilseydim o akşam, mimozaların birini sana bu kadar iyi baktığı için şükranlarımın bir parçası olarak Hayat Abla'ya verebilecektim. Birini ona verince, belki diğerini bana saklayacaktım ve ertesi günkü kahvaltı ziyaretine götürmeyecektim.

İşte eğer her şey böyle olsaydı, o zaman bu bendeki muhteşem foturaf karesi hiç olmayacaktı.

Ve bu yazı hiç yazılmayacaktı.

Ama sen hep büyü Kurabiye. Devler ve cüceler ülkesinde yerimiz değişene kadar büyü, uzun yolun boyunca.


25 Şubat 2016 Perşembe

Artı ikiyüzdördüncü gün

Canımın içi,

Sana bu satırları yazana dek bile hup diye aklımdan yazdım bitirdim ben bu yazıyı. Şimdi sakinleşip, tane tane sana da anlatabilmem lazım.

Çeşitli açılardan renkli günler geçiriyorum. Ama sana haksızlık etmeyerek, senli benli kısımları anlatacağım.

Bugün yine bir hareketinle afallattın beni. Yatağa doğru hoplayıp zıplarken, elini sıkıştırdın, canın yandı, yüzün ekşidi. Elini bana uzattın, öpmemi istedin. Öptüm ve geçti. Öpiyim geçsin dememe gerek kalmamıştı, geçen aylarda okuduğum ve kalpten benimsediğim bilimsel yazı kendini doğrulamıştı. Öpmek geçiriyordu ve sen bunu çoktan öğrenmiştin, öptüm ve geçti ve sustun. Bu insanlık için küçük, benim için büyük hareket beni pek afallattı. Allahım, dedim, bu çocuk ona neyin iyi geleceğini biliyor, kendi kendine yeten-en azından ne istediğini bilen- bir çocuk olacak. Şaşkın ve artık hafif mavi saçlı bir annenin saçmalamaları olarak da alabilirsin tabi.

Bu aralar, seni gözlem işini daha bir ciddiye aldım. Hm, bunu şöyle yapıyor, demek ki şöyle olacak, diyorum. Ve kafamda hop bir kırk yıl sonraya gidiyorum, yok kırk çok oldu, kırk olsa ben o hayal ettiğim cümleleri düzgün şekilde kuramam muhtemelen, çok yaşlı olurum. Otuz yıl diyelim en iyisi. Bir otuz yıl sonra, yani sen otuzbir bense altmış küsür yaşımdayken "küçükken de böyleydin sen" diyebileceğim şeyleri biriktirmeye başlayabilir miyim, heyecanındayım yani. Allahım ne kötü ve uzun cümleli bir tarif oldu ucunda olduğum şeyi anlatmak için.

Yani aslında, sen canın yanınca, canın yanan yeri öpmem için bana uzatıyorsun, ve öpüyorum ve geçiyor. Olağan üstü, değil mi? Öpeyim geçsin. Öpelim ve hepsi puff geçsin. Mümkün mü? Neden olmasın? İstedikten, inandıktan sonra, neden olmasın? Senin minik yüzündeki buruşmuş ifadeyi, gülümsemeye dönüştürebiliyorsa, neden başka şeyleri de dönüştüremesin?

Tabi buradan, senin halı sahadaki beyaz direkleri öpmeye çalışmana geçmek istemiyorum, ama belki sen de onları iyi etmek istiyorsundur. Ama bunu pek yapmanı istemiyoruz, hastalanmandan ve sana deli demelerinden endişe ediyoruz.

Mavi saçlar demiştim, bak ben böyle bir şey oldum, aslında bu kadar mavi değilim, yani sen aslında hiç sallamadın bendeki değişikliği, ama olsun, belki zamanla daha bir alıcı gözle bakarsın, hm güzel olmuş dersin. Şimdilik, öpücüğümün gizli gücündeyiz ki bu da bana yeter artar.

Benim bu pek değerli mecradaki yazılarımı derleyip bir kitap yapma hayalim vardı, hayalim kabına sığmadı, tuttum dedim bir yayınevine. Kibarca reddettiler beni, baban dedi ki her usta sanatçı ilk başlarda defalarca reddedilmiş, yenilme vazgeçme, en kötü neyse parası bastırır, çıkartırız kitabını, sıkma tatlı canını, dedi. Öte yandan kim napsın benim üç kişilik dünyam etrafında dolanan uçurtma tozu kılığındaki not düşmelerimi. Ama başka bir yandan öyle anneler var ki güzelim, kadın ne yazsa altında üçbin kişi "çok beğendim!" yazıyor. Durmasını bil çekirge, diyorum şimdilik kendime, üç kişi beş kişi senin harcın, sus otur ve yazmaya devam et diyorum.

Sonra bugün babanın çocukluk fotoğrafını gösterdi babaannen. Artık reddemeyeceğim kadar çok benziyorsunuz birbirinize. Ne bekliyordum ki, diyorum sonra. Armut dibine düştü işte. Babaanne kimbilir ne hissediyor diyorum bazen. Oğluna bu denli benzeyen bir oğlan doğurmuş bu kadın için. Gelin sınıfına giriyor, ama esse de gürlese al işte oğluşunun tıpkısının aynısını doğuruyor.

Artık klasikleşen temennimiz ile bitirelim bu mektubumuzu da o zaman tombik yanaklım. İyi huyluluğunu, huzuru babandan; gezen tozan, yiyen, içen yanlarını anandan alasın....

Öptüm seni mimimimi diyen dudaklarından...

22 Şubat 2016 Pazartesi

Artı ikiyüzbirinci gün

Cemre ertesi bugün. Hava çok güzeldi, sen de çok güzeldin Kurabiye. Belki milyonlarca anne gibi, ben de sana yani kendi oğluma aşık olma durumumdan endişe ediyorum. Bu bahar, bu senin büyüyen hallerin, bu üzerime atlayan, bu benle yataktan çıkmak istemeyen, bu arada göbeğimi açıp üzerine yatan hallerin, bu gel bi öpiyim dediğimde getirip boynunu dudaklarıma bırakan halin beni bir hoş ediyor.

Ele kola geliyorsun artık, baktım uyumuyorsun Hayat Abla'da, ver bana alayım dedim, kaçırdım seni bizim odaya. Alt alta üst üste debelendik yatakta, hani liseli aşıklar gibi diyeceğim, ki olmadı öyle bir lise hayatım. Ama ne bileyim, bi değişiyor sanki duygularım tarifi zor. Pipine bile bakıp ne güzel yarabbim, dediğim olmuyor değil. Babana da gösterdim geçen, ne güzel değil mi bak, dedim. Bana bir garip baktı, manyak olabilir miyim annecim? Utanacak mısın bunları okurken? Ya da ben utanacak mıyım insanlar okuyup gülerken?

Yoksa oğlu olan anneler, hakkatten yau, bizimki de çok güzel mi diyorlar? Yoksa birileri öne atılıp, ne münasebet, benim kocam daha guzel, siz aşksız kalmış, kurumuş kadınlar sürüsü, kendini oğluyla tatmin etmeye yeltenen sevgi fukaraları mı diyecek. Bilmiyorum. Öyle miyim, yok değilim.

Ama garip bir anı yokluyor bazen beni. Sen henüz yoktun ortalarda, ben bir kitapçının üst katında çocuk kitapları bölümünde kitap karıştırıyordum minik çocuk sandalyelerine oturmuş. Cüceler ülkesinde bir dev olarak. Bir anne oğul geldi yanıma, konuşmalarının başını hatırlamıyorum; bir yerde kadın, çocuğun yüzünü kendine doğru çevirdi ve tane tane bir şey söyledi gözlerinin içine bakıp. "Seni çok seviyorum ben" dedi. Bir adama söyler gibi, daha doğrusu bir adama söyleyemez ya da söylemez de bir başkasına ondan der gibi, böyle ben sevmesini biliyorum ama bir sen hakediyorsun sevilmesini, der gibi. Nedense o gün kadının o hali bana bir şekilde çok zavallı gelmişti. O gün mü haklıydım, doğruydum yoksa bugün mü, bilmiyorum aslına bakarsan.

Şu ara, hayatımdaki birçok şeyden çok daha on numara, çok daha tatmin edici, çok daha kocaman gülümsetici ve tat verici geliyorsun bana. Mutsuz değilim, öyle kalmasın aklında, ama seninle daha mutluyum. Bir anne bir gün demişti, çocuğu olmadan bir gün geçirdiğinde kendini eksik hissediyordu, gözlerinde öyle bir korku ile söylemişti ki bunu, şaşırmıştım. Nolur birkaç gün görmesen tadında bir şeyler demiştim, o da eksik kalırım demişti. Eksiklik, varlığınızla oluşan bir şey bu. Başka şeylerin eksikliği değil, bacak kadar boyunuzla sizinle açılan bir gedik. Varlığınız, yokluğunuzu öğretiyor. Ve sevgi sözcükleri daha kolay dönüyor o zaman dilimizin ucunda.

Bugün ve dün ve evelsi gün çok öptüm seni. Ve annemi hatırladım. Çocukluğumda beni ne kadar çok öptüğünü şapur şupur. Yıllarla unuttuğum bir şeyi, seni kendimden geçerek öperken hatırladım. Ve belki dedim, o öpüşler hazırladı beni hep hayata. Belki annemin verdiği en ama en büyük hediye onlardı, sevildiğini hissetmek. Çok güzel olduğunu, en azından birisi için çok özel olduğunu, değerli olduğunu, şu dünyada en azından birisinin kıymetlisi olduğunu bunca dolaysız bir yol ve küçük bir akıl iken hissetmek. Bu his, sonraki birçok zorluğa, darboğaza hazırlıyor belki de insanı.

Ortalık çok karışabiliyor büyüdükçe, benim bayıldığım hayalarına tekme atan hain çocuklar olabilecek mesela, ya da suratına tokat atmaya kalkacak kızlar, sonra işte ayağını kaydırmak isteyenler, sonra elinden paranı almak isteyecekler, sonra hele bu memlekette doğru bildiğin onca şeye yanlış diyecekler, sana hain diyecekler olabilecek.

Her şeyden, hatta belki birçok şeyden koruyamam seni. Hiçbir zaman da bu iddiam olmadı, en çok bu yanını seviyorum anneliğimin. Çapını bilen halimi diyelim. Ama yanında olacağıma inanmanı istiyorum, sen istediğin müddetçe ve en az senin istediğin kadar yanında olacağım. Bana bugünkü kadar şevkle sarılmayacaksın ileride, biliyorum, seziyorum. Ama bugünümü bana verdiğin için, sana minnettarım. Gözlerin beni görünce bunca güldüğü için, seni onlarca defa öpmeme izin verdiğin için, bana sarılıp yattığın için, kucağıma çıktığın için, yaylı yatakta popona vurdukça kollarını sallayıp ritm tuttuğun için, sana minnettarım.

Büyüme demeyeceğim, ama her gününün tadını çıkarabilmem için bana yol göster Kurabiye...

21 Şubat 2016 Pazar

Artı ikiyüzüncü gün

Bugün cemre düşmüş Kurabiye, önümüz bahar. Hani bugünün halinden pek öyle gelmese de insana, cemreler yalan söylemez, bilmez ki söylesin. Demek ki bahar yakın. Ama ben sana başka şeyler anlatacağım.

Benim ayağımı alçıya aldılar annecim, aslında şöyle güzel bir foturafımız olsun istiyorum şu halde birlikte. Geçecek gidecek, sonra hangi ayağım olduğunu bile unutacağım, ki daha önce de olmuştu, ve hatırlamıyorum. Yok canım, benim şaşkınlığımdan değildir, yoksa ondan mıdır?

Sen o kadar akıllı ve tatlısın ki, değneği elime alıp "bana yardım et, yürüyemiyorum" dediğimde, elindeki işi bırakıp, gelip elimden tutuyorsun. Beni istediğin bir yerlere götürüyorsun, hatta bir keresinde bu yolculuğu daha eğlenceli hale getirmek için ucunda kurdela olan büyük arabanı da tuttun elinle, o da geldi bizimle. Sen ne zaman değnekle beni görsen, elindeki işi bırakıp koştun yanıma. Birbuçuk yıllık, yok karnımdaki kısmı da sayalım değil mi, iki yıllık tanışlığımızın en gönül dolduran anlarından oldu bunlar. Kendimi çok daha yaşlı hayal ettim, hani gerçekten yürüyemezken, Belki dedim, o zamanlarda da bayramlarda gelir Kurabiye el öpmeye, el öptürmeye onun miniklere. O zaman da tutar belki elimden, kolumdan, dedim. Pek keyiflendim. Hani seni sırf bundan yapmadım ama pek keyiflendim, ne yalan diyeyim.

Sonra sen yine bugün kendince bir devrim yarattın içimde benim. Türlü sebeple canım sıkkındı tüm gün. Bu adam gibi yürüyememe hali de sıkıyor canımı, ben evlere kapanacak kadın mıyım diyorum, sonra sus otur, Allah daha büyük dert bela vermesin, diyorum. Ama darlanıyorum işte napıyım. Yatakta seni uyutmak için yaklaşık bir saat debelendikten sonra, vazgeçmiştik bu uğraştan. Baban bizi yalnız bırakmıştı odada, ben duvarlara bakıp kendi meşhur anlamsızlıklarımı düşünüyordum ki, sen çıkageldin. Göbeğin sarkan çizgili body'in ve dar gelen pantolonunla, ucu sopalı helikopterini, sopanın ucundaki koca kırmızı yuvarlağını ağzına alıp geri geri çekmeye başladın. O kadar ama o kadar komik ve komik olduğunun farkında görünüyordun ki, kahkahalarla güldüm sana. Ben güldükçe keyiflendin, daha da çok yaptın. Ağzına nasıl sığdığını anlamadığım, hani ne bileyim belki zarar verebilecek, dudaklarını boyayabilecek kocaman yuvarlak kırmızı tahta topu ağzına alıp, kollarını iki yanda sallayıp, helikopteri ağzınla çektin bir ileri, bir geri. Ben güldükçe, ne dertleniyon aney, dedin. He be oğlum, dedim. Senin kadar komik bişi varken buralarda, dertlenmek de neyime.

Sonra baban geldi gördü seni, o da kahkalarla güldü haline, halimize. Yani canımcım, senin aslında sırf sen olan yanların, yetti günü kurtarmaya. İyi ki varsın güzel tombik yanak ve koca göbek. Bana bazı şeylerin ne kadar da güzel olduğunu anımsattığın için şükran sana.

Kakaların ve dansların hep bugünkü kadar çok olsun güzel çocuk. Seni seviyoruz.

NOT: Sen dün ilk çiğköfteni yedin, acıdan yüzün gözün kızardı birazcık, ama daha çok verin, istiyorum, dedin. Babanın yiyemediği çiğ köfteyi sen yedin annecim. O zaman emin oldum benim oğlum olduğuna. Gelsin ziyafet sofraları, acılı şalgam suları, gurme turları...

18 Şubat 2016 Perşembe

Artı yüzdoksanyedinci gün

Bugün daha iyicesin. Yani öyleymişsin, ben seni yine ayık göremedim, bugün de geç geldim. Gelirken de ayak bileğimi burktum, şimdi korku içinde sarılı ve dikili ayağımla bu satırları yazıyorum. Daha kötüleşmesinden endişe ediyorum, daha önce kötüleşmişliği var, bu defa inşallah olmaz.

Baban tatlı bir insan Kurabiye, böyle beni idare edip, çekip çevirmesi sanırım çok hoşuma gidiyor. Yani sokaktan geliyorum bilek davul, hiç vir vir etmiyor, buz alıp ayağımı ovuyor, sonra merhem sürüp sarıyor, şimdi de buzluktan rica ettiğim mozaik pastayı alıp ağzım tatlansın diye bana kesiyor. İyi huylarını ondan, gezip tozan, eğlenip çoşan yanlarını benden alıcan unutma. Bunun tersi tam bir felaket, onları almanı katiyen istemiyoruz. Yani babanın asosyalliğini ve annenin cadılığını alırsan, evlere ve tüm kaplarına zarar bir adam olup çıkarsın, kimse seni sevmez, sevmediği gibi herhangi bir yerde cimciklemek için sürekli fırsat kollayabilir, sakın unutma.

Bugün naptın peki bana bakmadın da diyeceksin belki, anlatayım birazcık. Fiziken yanıbaşında olmasam da, ruhen öyleydim. Tabi sen bunları okuyup okuyup, görürsün sen madem öyle, diyecek olabilirsin. Bak annecik, ben fiziken yanında olmasam da ruhen dibindeyim ama Avustralya'da yaşayacağım bundan sonra, diyebilirsin. O zaman omuzlarımı düşürmek kalır sanırım bana, ama yok belki de yapmazsın.

Neyse konuya dönelim. Birbirini tanımayan on kişinin bir abla etrafında pat diye konuşmalarına şahit oldum bu akşam. Ben de konuştum, ama hepimizin bunca kolay çözülmesi beni çok etkiledi bir şekilde. Ben işten güçten gelmişim, herkes kimbilir nerelerden gelmiş, neler getirmiş yanında. Ama herkes, kendini de öyle uzun uzun tanıtmadan ortasından girdi konuya. Ben ölüm hakkında şöyle düşünüyorum, böyle düşünüyorum. Şundan korkuyorum, şunu istiyorum, dedi. Ya çok susamışız konuşmaya, anlatmaya, birbirimizi duymaya, ya da ne diyeceğini, ne istediğini gerçekten bilip, içinde hissetiğinde bu denli kolay eyleme geçmek. İkincisi daha iyi geldi bana. Tabi tüm bunları düşünürken bileğimi burkup, minicik dünyamı aniden acıyla kararttım ama, yine de güzel bir geceydi.

Sonra dediler ki, beş yaşından öncesini hatırlamıyorlarmış. Sen geldin tabi aklıma, seninle onlarca anım var şimdiden, çoğu çok eğlenceli, seninle eğlenmek çok güzel bir kere. Ama sen bunların hiçbirini hatırlamayacak mısın sahi? O zaman iyi ki yazıyorum gerçekten, dedim. Belki bir gün merak eder, döner okur satır satır dedim. O okumasa ben okurum, hatırlarım dedim.

Bu akşam bir abla, hayatı nasıl geldiği gibi kabul ettiğini, öyle yaşadığını anlattı,hayat bana ne sunuyorsa onun şeklini alıyorum, onu olduğu gibi kabul ediyorum, dedi. Direnmiyorum, dedi. Sevdiğim adamla birlikte olmam gerekmiyor sevmem için, dedi. Hatta hiçbir sevdiğim insanla birlikte olmadım, dedi. Ölüm de böyle benim için, dedi. Ölümden korkmuyorum, ölüm fikrinden korkmuyorum, dedi. An'da yaşamasını biliyorum, dedi. Prag'da tavşanıyla yaşayan bu abla, sabahları saati çalmadığında, onu yıllar önce kaybettiği anneannesinin dürterek uyandırdığını anlattı. Onu görmediğini ama duyduğunu ve hissettiğini anlattı. Belki de haklıdır Kurabiye, zaman ve mekan dediğimiz kavramlar, sandığımız kadar da hakimi olduğumuz, kontrol edebildiğimiz alanlar değildir. Ben bunları an'da yazarken, ileride tarih olması ve aslında bir yerde gelecekte okunup tekrar yaşanması, en azından anılması için yazıyor olabilirim.

Özetle, seni seviyorum annecim. Yanakların tombikliği ve gülen yüzün hiç bozulmasın....

17 Şubat 2016 Çarşamba

Artı yüzdoksanaltıncı gün

Hiç yazmak istemiyorum aslında. Ama bir yandan da şimdi yazıp, ileride okumak istiyorum. Olan biten geçip gittikten sonra.

Hasta oldun sen. Çok mühim bir şey değil aslında çok şükür. Ama sanırım ilk defa böyle hasta oluyorsun. Arada olan ishal ve burun akmaları böyle etkilememişti beni. Yoğun bakım sürecindeki garip çaresizlik ve koca bir taşı yutmuşluk hissi bir ara yokladı beni, garip bir duygu. Karanlık bir mağarada, duvara dönük ve yalnız hissetmek gibi kendini. Bağırsan da, sussan da kimsenin duymadığı cinsten, garip bir tek başınalık.

Hayat abla aradı, gel dedi, gel doktora götür bu çocuğu. Güzel saçlı bir ablayla kahve içiyordum o sırada, panikle ona da söyledim, ağlayacağım sanırım ben, dedim. Çocuk bu olacak, dedi, Alışmalısın, dedi. Eve geldiğimde nasıl mahzun olduğunu gördüm. Çok halsizsin sen, dedim yüzüne karşı. Hayat abla kızdı, deme öyle yüzüne çocuğun, dedi.

Babanla seni aldık, doktora götürdük. Nedenini tam da anlamadıkları kızarıkların için şurup verdi, geçer birkaç güne, dedi. Uyku yapabilir şurup, endişe etmeyin, dedi.

Ve sen beş saattir uyuyorsun. Seni sokan böcekse ocakta közlemek istiyorum onu, yok o giydiğin pantolonsa şayet suçlu, makasla lime lime etmek istiyorum. Etrafta yıkılıp dökülen evlerden kalkan toz topraksa seni hakkatten ormana kaçırmak istiyorum, ama ormanda böcek var, ya asıl suçlu böcekse, o zaman ne olacak? Birkaç gün evden çıkmasın dedi doktor, doktorluğundan şüphe ettim adamın, ama elim kolum bağlandı. Açık hava iyi demez miydik hepimize, çocuk sokakta büyür, demez miydik.

İyileş Kurabiye, iyileş utandır beni, kaldır midemdeki kafam kadar taşı annem. Hele bu hastalıklar bir daha n'olur, benim içip içip eve geç geldiğim akşamların sabahlarında olmasın. Baban bir şey demese de, ben suçluyorum kendimi. Kan aldırırken adam gibi direnmedin bile bugün, böcekse bunu yapan, göçsün bu dünyadan nolur, kendi hesabını kendi görsün, beni bulaştırmasın.

14 Şubat 2016 Pazar

Artı yüzdoksanüçüncü gün

Sevgili Kurabiye,

Bugün Sevgililer Günü. Aslında bunu anlatmayacaktım ama hadi bundan da bahsedeyim okuyan okumayan birkaç göz ve kulak için.

Çiçekçilerin bayram ettiği gün bugün, ben de mutlu oldum ne yalan söyleyeyim, baban rengarenk bir demet ve ben çok sevdiğim için fırından alınmış pide ile gelince. Her kadının kalbine giden yol midesinden geçmiyordur belki amma, benimkini oralara çok yakın bir yere koymuşlar, yapacak bir şey yok.

Biz bugünün vesilesini daha erkenden yarattık kendimize. Ve sen birkaçıncı rakılı mezeli gecene geldin bizimle. O kadar gürültülü bir yerdi ki, uyumayı denesen de olmayınca zorlamadın. Ama ağlayıp bize de zehretmedin geceyi, on numarasın çünkü sen. Yani aynı gece üzerime işemiş de olabilirsin ama on numarasın oğlum sen. Gecenin bir saatine kadar bana rakı içirdiğin, meze yedirdiğin için, kendi yemeğini usluca yediğin için, kucağıma yalın ayak aldığımda seni, elini saçıma doladığın için, salla başını deyince deli deli salladığı için başını, babana babba bana nenne dediğin için, gelen geçen sarhoş amcalar yanağından makas alırken gülümsediğin için bir tanesin sen.

Sonra gençce bir çocuk seni sordu, "çok tatlı, senin mi abla?" dedi bana. "Benim" dedim senin gibi gülümseyip.

Mekanda, yorgun, berduş ve çişli pantolonlu halime bakıp "on yıl önceki kadar güzelsin sen" dedi baban bana. Aslında tam öyle olmadı, yani öyle başlamadı konuşma. Ben rakıyı, şalgamı görünce içlendim, sen de kucağımda sessiz sadasız durunca muhabbete girmenin tam zamanı oldu. "Ee" dedim, "Hayat memat nasıl, de bakalım..." "Mutluyum" dedi baban, bir kerede, pat diye. Hayranım bu direkt ve kendini bilen haline. Adam mutlu, o kadar... "Ya sen..." dedi sanki, ben bir bulutlandım, mutsuz muyum yok değilim, "Ben de mutluyum, ama çok kolay mutsuz olabiliyorum" gibi düşündükçe çok saçma gelen şeyler söyledim.  Ama sanki yine aniden "ben mutluyum kardeşim!" dese yine aynı şeyi derim gibi geliyor, tuhaf... Neyine mutsuz oluyorsun ki kadın, dedik içimizden dışımızdan. Kurabiye annesi işte, dedik bağrımıza bastık sonra.

Bu sabah var işte sonra, pide var, simit var, rengarenk çiçekler var. Yeşil örtü üzerinde kırmızı puanlı sofra var. Enfes kahvaltıya eşlik eden sen varsın etrafta dolanan. Çok güzel oldu resim. İyi ki geldin şenlendirdin evimizi, iyi ki babanın huzurunu aldın, iyi ki çoğalttın içimizi dışımızı, iyi ki yumuşattın beni, dolu dolu güldürdün, babana daha güzel bakmama vesile oldun, daha da saygı duymama. Onun kadar uyumlu, mutlu, huzurlu bir çocuk olup, benim gibi sokak seven bir yaratık olunca efl oldun oğlum sen. Sırtın yere gelmez Allah'ın izniyle.

Öptüm kakalı popolu, kakalı poposunu parkta piknik masasında temizleten şarkılı türkülü çocuk...

11 Şubat 2016 Perşembe

Artı yüzdoksanıncı gün

Doktor günüydü bugün, kocaman olmuşsun onu öğrendik. Tartıda gördüğümüz rakamlara hiçbirimiz inanamadık, maşallah dedik durduk. Üç tane aşı oldun hem sen bugün, değme çocuk hastalığı bişi edemez artık sana, tutu dememiz gerek tabi biliyoruz bunu.

Ama ben sana asıl biraz dünden bahsedecektim. Dün bir masal gecesine gittim ben. Kariye'de bir Arap Kitap Cafe'de-Pages BookStore dört güzel kadın masal anlattı bize. Ki sen bu masal olayına artık aşinasın daha önceden de anlattım sana.

Kocaman saçları olan bir kadınla gittik,  tüm yol bir dolu hikaye anlattı bana. Onu dinlemek, her defasında, ortasından girdiğim ama sonunu hep çok merak ettiğim bir masalı dinlemek gibi. Her yere her zaman geciken tavşan gibi bir kadın o. Hep telaşlı, hep hevesli, hep heyecanlı. Her sohbetiyle bende yeni bir maceraya yer açan bir kadın. Beni ve aynı zamanda seni masalla tanıştıran kadın.

Çok güzel bir yere gittik masalları dinlemek için. Seiba'nın rengarenk masalcı kadınlarıyla ve onları dinlemek için şehrin onca yerinden mekana doluşan ışıl ışıl gözlü insanlarla birlikte. Masala bunca tutkun, bunca hasret yanımızın anlamını bulamıyorum bir türlü, bir süre daha da bulamayacağım herhalde. "Benim gördüğümü sen de görebiliyor musun yoksa?" diyebiliyorum her gördüğüm insana sadece. Masal büyülü, masal şifalandırıcı, masal ellerinde sıkı sıkı tuttuğun şeyleri bir süreliğine bırakabilmek demek ellerinden, çırılçıplak kalıp teslim olmak demek, senin senliğinden çıkman demek, benim ben olmamam demek.

Sonra, bir adam bir kadına seni seviyorum dedi gecenin sonunda. Yüzyıllar boyu benimle ol dedi, elmadan bir yüzük çıktı, kadının parmağına takıldı. Adamın minik oğlu istedi babasının huzur veren bu kadınla yol yürümesini. Ben belki birkaç başka kadın gibi, ağladım birazcık. Tam neye neden bilmiyorum, duygusallık işte demek lazım belki. Zarif ve huzur veren kadın öyle yakıştı ki adamın göğüs kafesine, o kadar güzel bir oldu ki adamla, ona vuruldum sanırım. Küçük büyük adamın babasını desteklemesine, yüreklendirmesine, yeniden başlamaya cesaret eden büyük adama, bu birbuçuk adamı kalbine yerleştiren kadına, gökten düşen elmadan çıkan yüzüğe, dört masalla sarhoş olmuş, ta nerelerden Kariye'ye kafasında binlerce düşünce ile taşınmış bizlere hayran oldum.

Sen mi, seni çok seviyorum ben. Tıpkı küçük kız kardeşimin bu ara sık sık dediği gibi...

Uyu büyü, gez toz, anla, anlat Kurabiye...


7 Şubat 2016 Pazar

Artıyüzseksenaltıncı gün

Planladığımdan çok farklı gerçekleşen bir gün oldu Kurabiye. Ve tüm olanları senin gece birde, üçte, beşte ve altıda kalktıktan sonra hiçbişi olmamış gibi yedide uyanman ve kocaman gülümsemen tetikledi.

Seni ve babanı bırakıp bir yere gidecektim, ama seni o kadar erken saatte o kadar dinç ve o kadar güleç görünce yapamadım. Gelin beraber gidelim, dedim. Baban da kırmadı beni. Ve biz bütün gün, avare avare dolandık annecim.

Sen bu vesile ile ilk defa Üsküdar gördün, ilk defa boyu boyuna uygun bir masada, boyu popona uygun bir taburede oturdun. Sonra ilk defa Haliç'e giden bir vapura bindin, hoş bindin dediysem de üç saat kadar uyuduğun için, dilenci vapurunun uğradığı durakları görmedin. İndiğimiz ve dolaştığımız Eyüp'ü de görmedin. Dolayısıyla namaz kılmayı öğreten aleti, isim yazılan tesbihleri, zemzem suyu olduğu iddia edilen ama babanı pek inandıramadığımız pet şişe içindeki suları, boy boy misvakları -bir tür diş fırçası diyelim şimdilik senin için- ve Eyüp Cami avlusunda senin için şükür ve hayır duası ettiğimi görmedin, bilmedin, duymadın. O kadar çok dua eden vardı ki camide ve etrafında, hem sevindim hem biraz hüzünlendim halimize. Ne çok insanın derdi, kederi, sıkıntısı, adağı var dedim. Kapı önünde tatlı dağıtılanlar vardı misal, bir dilekleri yerine gelmiş olmalı dedim.

Sonra sahile indik, oralarda uyandın. İlk defa, denizde yüzen ördekler gördün, galeta attık onlara. Ben ördek vak diyor bak, desem de, sen ona araba muamelesi yapıp "hen hen hann" dedin. Yani çok da haksız değilsin, bir yüzey üzerinde kendi kendine kayıp giden şeylere "hen hen" diyorsak, ördekler de pekala deniz hen henleri olabilir. Yine beni büyüledin.

Sonra bir kez daha vapura bindik, işte sen o vapurda deniz köpüklerini keşfettin. Vapurun kıç tarafından köpükleri seyrettik seninle. Sen usta bir orkestra şefi gibi köpükleri yönettin, ellerinle yön verdin onlara, dans ettiklerini hayal ettin bence. Bir ileri bir geri ittin ellerini köpüklere bakıp, ben yine hayran oldum sana.

Bir ara babana bıraktım seni, geri geldiğimde onunla birlikte huşu içinde denize bakıyordunuz. Dedim noldu bu çocuğa, benim oğlum fır fır gezmek tozmak, yürümek koşmak sever, bu kimdir. Baban dedi ki, çok yorulmuş bayıldı çocuk. Ama sen beni görünce yine zıvanadan çıktın, çöz beni şu arabadan da gidelim iskeleye doğru, dedin. Hah şöyle oğlum benim, dedim. Huşu içinde arabadan indirdim seni. Bizi, daha yolun başındayken şıp diye çözmüştün işte sen. Sukunet istediğinde babanla, hareket istediğinde benle takılacaksın. Biz de sana tutunacağız.

Öptüm seni yorgun ve banyolu ayak tabanlarından...

3 Şubat 2016 Çarşamba

Artıyüzseksenikinci gün

Sen her gün büyüyorsun Kurabiye. Yani bir gece göremesem, bir gününü kaçırmış oluyorum bildiğin.

Dün gece görememiştim seni, ben geldiğimde uyuyordun. Ve bugün, "biir biir" yapabiliyorsun, "bebişşşş" diyebiliyorsun. Topa vurabiliyorsun. Koltuğa kendi başına çıkabildiğini ise daha önce söylemiştim sanırım.

Benim kaşığımla benim yemeğimden yiyip, salata ve suyu birbirine karıştırmanı anlatmış olmalıyım. O konuda bile sanki kısa zamanda yol katettik. Artık kendi kaşığınla, sana tahsis ettiğimiz birkaç tabak ve o civarlardaki makarnalar, elma kuruları ve kestanelerle takılabiliyorsun .Ve hatta bugün babanın yardımıyla, bardaktan kaşık ile kestane çıkarıp tabağa koyduğunu gördüm ki, ödüm koptu. Sen bir gece aniden çok büyüyüp bizi yiyebilirsin diye düşündüm.

Sen büyü Kurabiye, bahar geliyor buralara utanmasa. Deniz, kum, güneş, çimen bizi bekliyor, sen büyü...

Öptüm banyolu saçlarından.

Ha bir de saçlarını tarıyabiliyorsun ki o anlar görülmeye değer. Özellikle mutsuz zamanlarda görülüp gülümsemek için birebir...