27 Nisan 2016 Çarşamba

İkiyüzaltmışbirinci gün

Nisan bitiyor be Kurabiye. Halbuki çok severim ben bu ayı, hani cici şeyler olmadı mı dersen oldu aslında. Ama daha da çok olsun istiyor insan sanki. Neyse, var daha günleri. Yazalım çoğaltalım o zaman, değil mi.

Cici bir annecik daha bu günlüğü kitap yapmalısın, dedi bana. Pek keyiflendim. Üç beş kişi okusa da bizi, beğenen beğeniyor herhalde,demek lazım, değil mi... Baban doğum günü hediyesi yapmak istemiş bana, bakalım bir gün nasip olur, eline veririz belki senin, yani kitabı...

Sen bugün, çatalınla, son derece usturuplu şekilde çilek ve kiraz yedin. Ağzına götürebildiğin her lokmada, kendine gülümsedin. Ödüllendirdin kendini, keyfini çıkartmasını bildin, hayat boyu da öyle olur umarım.

Bugünlerde beni çok eğlendiriyorsun sen. Bu tüm kapıları uzanıp açan, bacak arama kafanı sokup saklanan ve kaşık çatal kullanan halin bir hoş ediyor beni. Sana sık sık "şuracıkta sevişebilir miyiz, hm?" deyip, burnumu ensene dayıyorum, ya da yanaktan bir kesme alıyorum. Deli miyim neyim, çocukluğuma mı inmeliyiz, bilmiyorum. Yo korkmana gerek yok benden, ama çok güzel kokuyorsun ve bir yerlerde okumuştum, annelerin bu garip halleri arada bir olabilirmiş. O arada bir, bu arada bir herhalde. Yani geçer gider, merak etme. Ama şu aralar, bildiğin en eğlenceli hobim sensin. Dışarda olmana ne gerek var kadın, en güzel film senin evinde, burnunun dibinde, der haldeyim.

Öpüyorum seni kollarımın arasında uykuya dalan yanaklarından Kurabiye...

24 Nisan 2016 Pazar

İkiyüzellisekizinci gün

Bizim bir martımız oldu. Yani ya da iki martımız oldu, birbirlerine çok benziyorlar çünkü.

Mutfak camımıza gelip, senin elmalı kurabiyelerinden yiyen bir martı hem de. Korkusuzca cama gelişi, ağzına layık lokma için cama tık tık vuruşu, senin ve tabi benim şaşkın şaşkın ona bakışım, sonra benim bir kurabiyeyi sana, diğerini bu elemana verişim, çok yeni benim için. Ailemize katılan martıdan dolayı mesudum...

Aile demişken, sen gördüğün her kedi ve köpeği sevmek, ellemek istiyorsun. Bizim mahallenin kedileri de çok insancıl, hiç kaçmak nedir bilmiyorlar, ama ben korkuyorum sen onları elleyince mikrop filan kaparsın diye. Sonra tasmalı bir köpeği sevmek istedin bugün gayriihtiyari. Sahibi dedi bir şeyler de anlayamadım ben, meğersem çocuk sevmiyormuş köpecik. Gel dedim Kurabiye, daha öğreneceğin çok şey var senin. Senin kadar şirin bir çocuğu bile sevmeyenler olabiliyor diyeceğim ileride sana. Onları anlamayacağız ama bir şekilde kabul etmesini, bazı şeyleri akışına bırakmasını bileceğiz, diyeceğim. Ama sonra diyeceğim...

Bugün bir yerde biraz senden bahsettim. İçimizdeki çocukla buluşma ayiniydi diyelim. Ben hem içimdekiyle, hem de evimdekiyle buluşmaya çalıştım. Senin yapabildiğin ama benim yapamadığım şeyleri düşündüm sonra. Sen benden çok daha kolay gülüyorsun, hem de öyle böyle bir gülmek değil, tüm yüzünle gülüyorsun, böyle insanın içini ısıtıyorsun. Seni gördükçe senden sebeplenip ben de gülümsüyorum. Kırmızı saçlı teyze haklı olabilir mi acaba diyorum sonra, sen doğmadan önce pek nemrutmuşum ben, öyle diyor o. Senden sonra güller açmış yüzümde, olamaz mı olabilir Kurabiye...

Sonra sen kaydıraktan kayabiliyorsun. Ben ayıp olur, laf söz olur, ha bir de popom oraya sığmaz diye yapamıyorum. Üstelik sen kucağa alınıp hop diye kaydırak tepesine çıkartılabiliyorsun da, ben artık beni kucağa olacak yiğit kalmamıştır diye oraya da çıkamıyorum iyi mi...

Açık alanlarda bacaklarımı yerde aralayıp, ortasından baş aşağı geriye bakamıyorum bir de. Sen şahane yaptın, en son havaalanında. Çok özendim sana ve ters yüz gördüğün tüm dünyaya. Ne zaman danslı bir egzersizim olsa ve içinizden ne geliyorsa onu yapın, deseler, ben hop bacak arasından başaşağı bakıyorum dünyaya.

Sonra sen, ağzından sular fışkıran kaplumbağanın tepesine çıkıp, suyu avuç içlerinde tutmaya çalışıyorsun, ona da çok imreniyorum...

Ben senden bayağı bir sebepleniyorum aslında Kurabiye. Senin çocuk yanların bana çok ama çok iyi geliyor annem. Kim ne derse desin, baban ne derse desin, ben sana baktıkça, seni düşündükçe hiçbir zorluk, sıkıntı, üzüntü görmüyorum. Safi çocukluk, safi tazelik, safi coşku, safi renk görüyorum. Seni bize bağışlayan Allah'a şükran, sana uzun ve sıhhatli ömür...

Bir de tatlı ve kesintisiz uyku...

Öptüm seni tombik yanaklarından, minik burnundan, güzel gözlerinden, ben böyle dedikçe keyifle inleyen yerlerinden...

23 Nisan 2016 Cumartesi

İkiyüzelliyedinci gün

Sevgili Kurabiye,

Sen bir asabisin bu ara. Hem neşeli, hem de asabisin. Seninle İzmir'e gezmelere gittik biz. Amerika'dan gelmiş mini mini bebişi sevdin sen, kediler sevdin, yandan yandan güldün kısa saçlı ablaya...Havaalanlarında, kocaman yerlerde deli deli koştun durdun.

Asabiyetin biraz gezmelerle ilgili sanki. Ne zaman eve girsen, ya da bence gezme arkadaşı olarak bellediğin benden uzak olsan, o zaman basıyorsun yaygarayı... Hani gezmek diye tutturup, sokağa çıktığında alkış yapmıyor musun, göğsüm kabarıyor ne yalan diyeyim. Anasına çekmiş diyorum.

Tüm bunların yanında, büyümüşün yine kaşla göz arası sen. Çatalla, yani bildiğin normal çatalla çilek yiyebiliyorsun mesela. Kaşığı ağzına götüremeyen adam, şimdi öyle dişli dişli çatalları soku soku veriyorsun ağzına tu tu maşallah...

Lokum oldun yani aslında Kurabiye.

Öptüm seni.

14 Nisan 2016 Perşembe

İkiyüzkırkdokuzuncu gün

Niyetlenip yazmadığım, yazamadığım günler oldu. Hadi bugün onlardan biri olmasın, ötekilerden biri olsun.

Anne birazcık şarap içti, birazcık da cipstir, peynirdir, eriktir, leblebidir yiyor. Yani sağlıklı beslenme adına ne biliyorsa hepsini bir bir uyguluyor.

Sen mi, sen Hayat Abla sayesinde artık "hayır" , "evet" ve "çok" diyebiliyorsun. Ben ise sana "mis" koktuğunu ve baban dediğin adamın adının "Meet" olduğunu öğretebilmiş haldeyim. Dahası da benden çıkar mı emin değilim.

Sağın solun ve hatta göz bebeklerin kızardı bugün. Yemeğini yemedin, ben de hafif arıza bir kadın oldum. Ki hani hiç mi hiç arıza değilimdir, tatlı mı tatlıyımdır, falan filan.

Aslında kendime göre çok iş de gördüm bugün. Seninle uğraştım. Yarınki İzmir seyahatimiz için bavul yaptım, ütülenmiş çamaşırları yerlerine kaldırdım, seni yıkadım, kendimi arada eh işte yıkadım, biten çamaşırları astım ve hepsinin üstüne çok lazımmış gibi babana bırakmak üzere yemek yaptım.  Ha tabi bir de üstüne seni uyutup, yorgunluk şarabı koydum.

Ama asıl yazma sebebim, bu saçma detayları sana demek değil. Napıyım ben bunları be anne, dicen biliyorum okuduğunda, Dur bi sakin ol. Gelicem asıl olduğunu sandığım mevzulara.

Tuhaf şeyler oluyor şu ara, bana ve etrafımdaki birkaç insana. Gözbebeklerime bakıp birileri ağlayınca misal, hafif dağılıyorum ben. Bu sen olsan da böyle, başkası olsa da böyle. Ağlayanlar oldu evet, beni dumur ederek ağlayanlar oldu. Sonra bir kadın bir toplu taşıma aracında fenalaştı. Önce "geçecek" dedi kırık Türkçesiyle, sonra bağırmaya başladı "ölmek istemiyorum!" diye, sonra birisi kendince telkin etti onu, sesini bastırarak bağırdı "ölmeyeceksin, ölmeyeceksin merak etme!" dedi. Kadın orada o gün ölmedi. Bu hepimiz için iyi bir şey mi oldu, yoksa gerçekten birilerimiz vadelerinin o gün orada çok yakınından mı geçti bilmiyoruz. Nitekim bu şehir hiç tekin bir yer değil artık. Her an her yerde pekala ölebiliriz, bir bomba ya da bombacı ile. Ya da birilerine çekilen bir tabanca veyahut bıçak ile. Seçme şansım olursa ya da varsa, seninle burada yaşamak istemiyorum aslında. "Merhaba" derken bu kadar tereddüt etmediğin, ne bileyim vapurdaki çay taşıyan amcanın bile seni kazıklamaya çalışmadığı, kendinden birazcık daha memnun insanların yaşadığı bir memleket ile değişebilirim buraları pekala.

Diğer insanlara olanları açıkça yazamıyorum buraya, onların özelleri diye. Ama hayat tuhaf bir şey Kurabiye. Ve sanki aynı kartları dağıtmıyor herkese. Ben mi, ben seni öpmeye bayılıyorum. Bugün bir babaya demiş bulundum. Onu öpmeyi, onun beni öpmeyi sevdiğinden sanırım daha çok seviyorum, dedim. Ne saçma bir cümle, ne bileceğim senin neyi ne kadar sevdiğini, ne hissettiğini. Ama mest oluyorum seni öperken. Öyle babana, ona buna da benzemiyor seni öpmek. Bambaşka bir şey oluyor.

Sen artık topunu alan çocukları göre göre, saklıyormuşsun topunu onları görünce. Ne diyebilirim ki sana, her gelene, her ver diyene topunu verdin de noldu; topu alıp gitmediler mi, sen saf saf beklemedin mi senin onlara verdiğin gibi onlar da sana versin diye. Ama vermediler, ta ki anaları bakıcıları kafalarına vurana kadar. İnsanlar bencil Kurabiye. Vermelerin, en az almalar kadar güzel ve hatta almalardan daha güzel olduğunu bilmeleri zaman alıyor. Sen belki tüm çocuklar gibi doğuştan biliyordun, ama karşına çabuk unutan birileri çıkınca, sana da öğrettiler yepyeni şeyler, unutturdular ezberini. Hayat Abla mutlu topunu kaptırmadığın, ona sahip çıktığın için. Ben dönüşümünden korkar haldeyim. Topunu her isteyene veren Kurabiye'den, topuna hangi el uzansa onu köşe bucak kaçıran adama dönüşmenden. İleride severken de korkma bu kadar olur mu, hayvanlar çıkabilir, sen açık yürekli olmasını bil, seni dönüştürmelerine çok da izin verme.

O topun, hepimiz tek başımıza oynadıktan sonra hiçbirimize faydası yok, beraber yaptıkça dönüşüyorsa, çoğalıyorsa bir şeyler, o zaman güzel hepsi.

Gerisi, gerisi ezberi çok iyi bilinen çok okunur ve çok satar ve çok sıkıcı bir tefrika Kurabiye. Tefrika mı ne, geliriz ona da bir gün..

Öptüm seni, sana yerli yersiz kızıp bir yerlerini kızartsam da sıka sıka, küs müyüz anlamak için "beni ne kadar seviyorsun?" dediğimde sana, "işte bu kadar!" diye kollarını kocaman açtığın için, öptüm seni öpülesi her milimetrenden.

Özür dilerim; sana kızdığım, kendimi kaybettiğim, oranı buranı kızarttığım için, özür dilerim. Anne olmam, hayvan olmama mani olamıyor, özür dilerim senden küçük adam.

Mis kokulu, patates yanaklı, ben böyle dedikçe keyifle inleyen adam, binlerce şükran sana...

Annecik

7 Nisan 2016 Perşembe

Artı ikiyüzkırkikinci gün

Bugün benlik ne var elinde dersen, yine sana mı bana mı olduğu pek de belli olmayan bir yazı olacak. Ama madem sen henüz konuşamıyorsun, bense hem konuşup hem yazabiliyorum, o zaman ben diyeceğim, sen dinleyeceksin.

Vapura son binen insanların üzerine yerleşen o "bir şeyleri başardım, yanıma kâr kaldı!" hissiyle tanıştım bugün. Vapura ayağını attıktan hemen sonra ardından otomatik merdivenin kapandığı şanslı yolculardan biri oldum. O şevkle denizi en güzel gören yere çıktım oturdum.

Sonra bu şehirde görmeyi en sevdiğim arkadaşlarla buluşmaya doğru yola çıktım. Yolculuğun kendi de, beni onlara götürmesi de, Kadıköy'e yaklaşması da ayrı güzeldi. Tadını çıkardım kendimce.

Tabi bunlar hep baban sana evde bakarken oluyordu, buralarda bir yerde onun da hakkını vermek lazım, demeden geçmeyelim.

Sonra ben bugün, yeni yeni pek bıcır, pek bir tatlı bulduğum ablanın listesinde ayın elemanı olduğumu öğrendim, pek keyiflendim. Arkadaşlarımdan sosyolog olanı bu küçük sevincime birazcık dudak büktü ama, ben derslere konu olmuş bir insanım. Küçük şeylerden büyük meseleler, vesileler çıkartabiliyorum kendimce, anca öyle devam edebiliyorum yoluma, çarkım öyle dönüyor, bilmiyorum başka türlüsünü.

Falımda da çıktı hem bugün. Benim hanem çok karışık Kurabiye, öyle böyle değil. Son anda yetişilen vapurun Kadıköy'e yaklaşırken köpürttüğü dalga gibi, iskelede buluşan üçü yetişkin beşi çocuk müzisyen gibi, ya da ne bileyim akşam yediğimiz hem mercimekli hem kıymalı gözleme gibi karışık... Ahval ve şerait bu iken, küçük şeyler keyiflendiriyorsa seni, orda durabilirsin azıcık tadını çıkarıp. Yani sanırım, yani birazcık.

2 Nisan 2016 Cumartesi

Artıikiyüzotuzdokuzuncu gün

Bir ay yazmadığım ya da yazamadığım hiç olmamış. Mesafe girdi günlükle arama. Kendince oldu bişiler arada derede. Elim gitmedi buralara, neyi nasıl yazacağımı, sana iz düşüreceğimi bilemedim diyelim. Şimdi de sökük dikmeyi deneyelim.

Sen büyüdükçe daha tatlı bir şey oluyorsun. Bir gün adam gibi göremeyince özletiyorsun kendini. Her ne kadar baban, dayınla başbaşa tatile gitmeme prensipte izin vermiş de olsa, bu ayrılık beni biraz bozar gibi geliyor.

Bu sabah, seni yataktan aldım, sardım sardım. Hayat abla baktı noluyor diye, dün akşam göremedim de özledim, dedim. İşime mi geliyor gezmek tozmak, sabahları da az sonra zaten seni teslim edeceğimi bilip sarmalar, bilmiyorum. Bazen gezmem, bazen gitmem gerekiyor, onu biliyorum. Dün de öyle akşamlardan biriydi.

Ananaslı kek yapabilen ve bir gün mutlaka Avustralya'ya gidecek abi çok iyi geldi bana. Gezdik, tozduk, içtik, konuştuk, dinledik. Kendi kendime ara ara düştüğüm yerden, kalkmama yardım etti. Yardım edeceğinden, daha doğrusu herhangi bir kimsenin o an, o gece bana yardım edebileceğinden emin değildim. Ama oldu işte. Şükran duymak ve gülümsemek için bunlar hep sebep...

Sana dönersek yine, Meeeeeeet diye bağırabiliyorsun. Çok ama çok güzel dans edebiliyorsun. Plak ve pikap hastasısın, sahaf neyin bulunca alıveriyorum sana plak, anlatacak kadar yüz bulduğum sempatik satıcılar olursa, şey bizim oğlan plakla oynuyor da, ondan alıyorum, diyorum. Biraz komik ama samimi oluyor. Ya da öyle sanıyorum.

Ben mi, ben her zaman iyi değilim. Neden böyle dediysem peşin peşin, ne bileyim. Ama sen, babanın en almanı istediğim ve aslında beni belki çoğu zaman en çok hasta eden yanlarını almışın gibi geliyor. Kendinden, kendiliğinden çok memnun bir adama benziyorsun. Yani böyle dünya yansa sırtın yere gelmez gibi, hani ne bileyim, benim gibi, dayın gibi buluttan nem kapmazmışın gibi. Aman öyle ol, dünyanın derdi çok, sen kendine yenilerine çıkartmakta baban kadar ketüm ol, ama annen kadar da mücadele etmesini bil gerektiğinde, olur mu. Yani inşallah.

Özetle, olan bitenler şunlar ki, büyüyorsun. Büyüdükçe daha ama çok daha güzel oluyorsun. Seninle sanırım Katmandu'ya gitmek istiyorum. Evet, yapalım bunu, olur mu.

Öptüm tombik yanaklarını, minik kulaklarını...